30 Mart 2013 Cumartesi

GİRİT GELENEKSEL MÜZİK ALETLERİ




MARIANOS VE Koutsourelis

Girit, danslar ve şarkılar müzik performansı için değil, büyük ölçüde küçük ve diğer bugün kullanılan geleneksel halk müzik aletleri, ud, lir, keman, viololyra, mandolin, gitar bulgari, m (q) antoura ASKOM (q) antoura champioli ve ntaoulaki. Çoğu varlığı buluşmaları hakkında somut bilgi, özellikle çeşitli kaynaklardan (belgeler notariana vb, anılarında, zamanın din adamları raporlama, arşiv, edebiyat, resimsel) gelen Benetokratias döneminde, Girit kadar uzanmaktadır ve ntaoulaki champioli, M (q) antoura, ASKOM (q) ile ilgili bir Duro, ud, keman ve gitar ve diğer müzik aletleri (tsiteres, kladotsympana, trompet, arp, bas, vb) olan kullanımı günümüze gelememiştir. Lyra için, bulgari ve ses verileri mandolin daha sonra inşa. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren. Son olarak, viololyra savaş arası dönemin bir birimdir. sırasıyla 15. ve 17. yüzyılın başından bu yana zaman Rum Ortodoks papazlar tarafından rapor Girit flüt ve davul kullanılması. Davul, davul ve adlandırılan ve yaklaşık 1600 yılından beri Girit edebiyat metinleri anılacaktır. Girit küçük davul, ntaoulaki höyük denilen sadece bu vilayette, güncel tutulması ve ilçe müzikal mirasın ayırt edici özelliklerinden biridir. Bu toumpoxyla adlı iki özel yapılmış ntaouloxyla ile oynanan ve genellikle m (r) antoura, ASKOM (q) antoura, lir veya keman olabilir en az bir enstrüman eşlik eden melodik, ritmik bir enstrüman olduğunu. CHORDOFONA Lyra bulunur , üç tip olarak, yani lyraki, ortak lir ve vrontolyra. Onlar üç akorları, şimdi metal, daha önce enterines, boyutu sadece farklı, ürettikleri ve kullandıkları ses var. Viololyra keman gelen belirgin etkileri olan, 1925'lerde oluşturulan lir bir başka türüdür keman olan kullanımı daha geniş Yunan alanına bir halk Cihaz uzun bir süre için bilindiği gibi batı keman, bilinmektedir. Girit, özellikle batı ve doğu illerinde, lir ile birlikte oynadı. ud son dizeleri, enterines, mevcut metal dört çift, boyutları biraz daha büyük, Yunanistan müzik aleti çapında bilinen , fiyatlar ve ritmik eşlik lir veya keman uyum, bazen sesler ana melodiyi çalmaya bazen lyra oyuncu veya kemancı oturabilmek amacıyla basit veya çift, bazen kısaca, isokratema alarak, melodi sunuyor. Birçok kez bir solo enstrüman olarak kullanılan ud. Mandolin ve gitar , ikinci eşlik eden bir araç olarak tamamen kullanılırken, eski lir ve keman bir enstrüman ya da melodi ve eşlik olarak Girit kullanılan hangi bilinen araçlar vardır. bulgari tambur fren ailesine aittir. Kullanımı şu anda çok Girit sınırlıdır. Daha önce bu lir bir enstrüman ya da melodi ve eşlik olarak bir diademeno oldu. Nefesli çalgılarda thiampoli veya fthiampoli, ftiampoli, fiampoli, pampioli, bampioli, champioli, sfirohabiolo, sfyrochampoulo, peirochampiolo ve glossochampiolo bir tür kalameniou veya konik ahşap flüt gibi oyuncu estiği yerlere yerleştirmek ve hava geçmesi için ince bir yarık ile tapas "pin veya kat," bir tür ile kapatılır. Silindirin uçları ve burada pimi genellikle bir kare deliğe ve daha sonra, ön ve melodiyi için kullanılan bir arka aşağıdaki altı delik açıldı. Thiampoli, fazlasıyla pastoral enstrüman, genellikle tek başına oynadı. Çoğu zaman ancak, usta oyuncu olduğu zaman, onun liri ile oynayabilirsiniz. mantoura Tipi klarnet tek epikroustes sekmesi saman bir düğüm tarafından kapalı olan üst kısmında. Bu, çeşitli boyutlarda yapılan 4-6 delik bulunur. Aslında iki mantoura aynı asitlik ve bağlı paizomenes olduğunu mantoura diplomantoura veya tzompragia mantoura, değişimi. askomantoura Bu , hava deposu, ahşap veya kalamenio kokalenio vana veya bir valf olarak hizmet veren bir deri çanta oluşur hangi darbeler yoluyla org hava ve oluklu bir huni ile sonuçlanan damar ve iki flüt, klarnet tipi epikroustes tek kamış ve genellikle 5 delik içeren ses çıkış aygıtı. Bu beden, Girit eskiden çok yaygın maalesef kaybolma eğilimi gösterir. Gibi Girit edebiyat gösterdiği, geç 16. yüzyıldan beri Girit bilinen terimler fiampoli, mantoura ve pantoura membran NOFONA ntaoulaki iki sopa, ntaouloxyla ile oynanan küçük bir dümbelek ve ritmik lir veya keman eşlik . Daha önce yaygın olarak, özellikle doğu Girit'te, biliniyordu. Daha John Tsouchlarakis kitabı üzerine , Atina 2004 "TA halk enstrümanları Girit"



Read more: http://sadentrepese.blogspot.com/2008/11/blog-post_20.html#ixzz1vj712e5r

Yunancadan ceviridir.

DÜZENLEME
:Betül (Bedvaki)






Arapsaçı Marata




1Kg Arapsaçı Marata

500 gr böbrek yatağından Kuzu eti

1,5 Limon

Çay bardağı Zeytin yağı

2 bardak su

Bir çay kaşığı tuz


Bir tencereye etleri alalım ilk kaynamada etin üstündeki köpük alınır.

Etler piştikten sonra pembeleşisiye kadar kavrulur.

Sonra üstüne arapsaçı eklenir biraz karıştırılır arapsaçı yumuşar su eklenir.

Sıkılmış limon pişmeye yakın üstüne dökülür.

Kısık ateşte kırkbeş dakika pişer.



AFİYET OLSUN..
NOT:Arapsaçı'na soğan konmaz çünkü o anason kokusunu alır lezzet aromasını vermez


DÜZENLEME:BETÜL ( Bedvaki )

29 Mart 2013 Cuma

İÇİMİZDEN BİRİ / SENİYE KORALTAN "Bülbüle tuzak kurarım, bahtıma karga gelir"

1.BÖLÜM

İÇİMİZDEN BİRİ / SENİYE KORALTAN

"Bülbüle tuzak kurarım, bahtıma karga gelir"



Antakya, 4 Temmuz 1938. "İşte Fransız bayrağının indirilip Türk bayrağının asıldığı anın fotoğrafı... Görümcem, eşim, ben ve eşimin arkadaşı Kazım bey var resimde. Töreni seyrediyoruz"

1920 yılında Girit'te doğar Seniye Koraltan. Ailece büyük mübadelenin ikinci yılında 1924'te Tarsus'a gelip yerleşirler. Küçük yaşta annesini kaybeder. Girit'teki işini sürdürmeye çalışan, zeytincilikle uğraşan babası Sadık beyin peşinden İzmir'e gider. Bu arada onu büyüten ve ailenin en güzel kızı olan ablası Fatma hanım evden kaçar ve babasının onaylamadığı bir evlilik yapar. Bu olay annesinin ölümünden sonra aileyi ikinci kez yıkar, hiç unutulmaz... Terzilik yapan ağabeyinin yanında ilgisini çeken terzilik mesleğini, ilk evliliğini yaptığı yıllarda devam ettiği bir biçki dikiş kursunda ilerletir. Daha sonra pek çok ilde biçki dikiş kursları açar, öğretmenlik yapar. İlk eşi Mehmet Koraltan'ı kaybettikten sonra çocuklarını tek başına büyütür. 1953 yılında ikinci evliliğini yapar, Kazım bey ile evlenir. Tarsus'tan Hatay'a, Giresun'dan İstanbul'a pek çok ilde geçer yılları. Büyüyen çoçuklarının eğitimlerini tamamlayabilmesi için son olarak ailece Ankara'ya yerleşirler. 1982 yılından beri birlikte yaşadığı kızı Melek hanımın evinde Ankara'da görüştük kendisiyle... Girit'te Kandiya şehrine 30 kilometre uzaklıkta olan Kefeli köyü... Babamın, büyükbabamın bütün varlığı, çiftlikleri, zeytinyağı fabrika muhasarası, un fabrikası, bütün malları, zeytinlikleri hepsi bu köydeydi. Annem babamla 16 yaşındayken evlenmiş, babam da 17 yaşındaymış. Altı çocukları olmuş." 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Antlaşması kapsamında kabul edilen nüfus değişimi kararı ile yaşanan büyük göçün anılarıyla başlıyor yaşam anlatısı... Seniye, Girit'te başlayan yolculuk hazırlıkları sırasında henüz üç-dört yaşlarındadır: "Mübadele kararı verildikten sonra etraftaki köylerden, çiftliklerden bütün insanlar toplanıp, Kandiya şehrinin pek yakınında olan Hanya Tekesi dedikleri bir yer, orada toplandılar. Hilal-i Ahmer, şimdiki Kızılay yani, gelmişti oraya. Topluyordu insanları. Bir süre bekletiyor grup halinde, ayrı ayrı vapurlarla, gemilerle Türkiye'nin muhtelif yerlerine gönderiyorlardı. Girit'ten hareket eden en son vapur bizim vapurumuz oldu. Ondan öncekileri İzmir, Bandırma o taraflarda, hep sahil boyunca yerleştirildi. Giritliler deniz çocuğu oldukları için Atatürk özellikle çok büyük bir titizlikle davrandı, sahil boyunca yerleştirdi insanları. İç Anadolu'da bir tane Giritli bulamazsınız." Günlerce süren yolculuk sonunda gemi, Mersin Limanı'na yanaşır: "Bizi Mersin Limanı'na çıkardılar, orada bir süre bir yerde tuttular hatırladığım kadarıyla. Yani Girit'i hatırlamıyorum fakat babamın ve büyüklerimin Girit özlemini ve kendi mallarının özlemini çekerek oraları anlattıkça ben sanki görmüş gibi olurdum. Kökünden sökülmüş, belirsiz yerlere fırlatılmış bir ağaç gibi... Dil bilmez, iş yok, bir şey yok, kalabalık... Tarsus'a geliyoruz. Ta Dörtyol'a kadar yerleştiriyorlar milleti. O zaman Hatay bizde değildi... Eşyalarımızı hatırlamıyorum, yalnız büyükbabamı hatırlıyorum. Büyükbabam 102 yaşındaydı. Onun Girit'te büyük bir koltuğu vardı, şişmandı büyükbabam, koltuğuyla beraber getirdi babam Mersin'e onu. Koltuğunun da uzun süre duvarda böyle asılı kaldığını hatırlıyorum... Böyle hayal meyal hatırlıyorum gemi yolculuğunu, dalgaları, yağmuru... Bir de Mersin'de bizi indirdikleri zaman, şöyle Mersin'in dışında bir yerde, bir fabrikada tuttular bize. Ben teyzemin kocasının kucağındaydım. Onu hatırlıyorum. Hindiba topladıklarını, onu da hatırlıyorum. Beni kaldırıyordu, taşıyordu."

Yetim kalan çocuklar

"Babama bir ev bir de bir bağ verdiler. Ne yaparsan yap! Girit'teki bu kadar malının mülkünün karşılığında olan binde, milyonda bir ancak... Fakat kalabalık bir ailenin sorumluluğu üstünde olan bir insan, eli kolu bağlayıp oturamazdı. Genç, faal bir insandı, çok atılgandı. Asıl mesleği zeytincilikti, zeytinyağı malzemesiydi." İç Anadolu'dan Çukurova'ya adım adım gezer Sadık bey, tüm isteği geldikleri topraklarda olduğu gibi verimli zeytin ağaçlarını bulabilmek, zeytincilik ile uğraşabilmektir. Sonunda kız kardeşinin yanına İzmir'e gelir ve çalışmaya başlar. Tarsus ile İzmir arasında mekik dokuyan Sadık bey bir süre sonra eşi Melek hanımın ölümüyle birlikte altı çocuğuyla yapayalnız kalır. "Babam ağlayarak 'Keşke ölmeseydi, yani öksüz kalmasaydı çocuklarım da fakir olsaydım, zenginliği ben n'apıyım, çocuklarımı yetim büyüteceğim' derdi." Evin en büyük kızı, ablası Fatma hanım son derece güzel bir kızdır: "Ablam, harikaydı, çok güzeldi, yani güzelliğini gören hayran olurdu, istemeyen kalmadı, o yaşta, 15 yaşında etraftakilerin hepsi istiyordu. Annem de zorla elinden alırlar diye korkuyor, babamı İzmir'e yollamıyordu. 'Ya Fatma'yı da beraber götürürsün, yahut sen de gidemezsin' diye ısrar ediyor, feryat ediyordu." Annesinin ölümünden sonra ev işlerine yardım etmesi için onlarla birlikte yaşamaya başlayan Zehra hanımın oğluyla evlenmeye karar veren Fatma ablasının, bohçasını alıp evden ayrılması aileyi altüst eder: "Babamın ikinci büyük darbesi bu, birinci darbe eşini kaybetmesi, ikinci darbe de kızının, harika, güzeller güzeli olan kızının, kaçması oldu. Büyükbabamı hatırlıyorum, yaşlıydı. Öyle oturmuştu, 'Hey felek, çarkın kırılsın, tarumar ettin beni, tam muradıma ermişken, namurat ettin beni' derdi. Ha, bir de 'Talihim talih değil, her işim noksan gelir, bülbüle tuzak kurarım, bahtıma karga gelir' dediğini hatırlıyorum." Babası ve ağabeyi evdekilerin ablasıyla görüşmesini yasaklar. Küs geçen bu yıllar içinde Fatma hanım anne olur, oğlu üç yaşına gelir. Bir süre sonra Seniye'nin kurnaz planı sayesinde babası ile ablası barışırlar: "Babam ve abim ablama gitmemizi yasaklamıştı. Fakat ben ablam doğum yaptığı zaman, evdeki diğer ablamın mahalle arasında kumaş satan kadınlardan aldıklarını ben götürüyordum. Ablam önlüğümün altına aldıklarını sarıyordu, ondan sonra buradan bir emniyet iğnesi yapıyordu. Sonra önlüğümü indiriyor, çantamı alıp çıkılyordum. Hiç yakalanmadım ne abime ne de babama. Ben yine de gidip geldim çünkü ablam annem kadar yakındı..."


Atarım kendimi köprüden
1927-1928 yılları arasında babasıyla İzmir / Söke'ye gider Seniye hanım. Bir yıl sonra Tarsus'a geri dönerler: "1929 senesi, yeni harflerin başladığı sene, ben okula başladım." Okulun ilk günü Seniye hanımı terzilik yapan ağabeyi götürür. "Yunus bey isminde bir müdürümüz vardı. Çok iyi bir insandı, özellikle de beni çok severdi. Kız kardeşim de, benden bir yaş küçük olan, o da oraya gidiyordu, beraber gidiyorduk. Hep böyle krepon elbiseler falan giyerdik, 23 Nisan'larda, özellikle ön taraftaki bayrağı bizim tutmamızı istiyordu müdürümüz. Beşinci sınıfta daha büyük olan kızlar, isyan ediyorlardı, biz dururken onlara mı verirsiniz falan diye... Yine kendi sınıfımda, aynı sırada oturduğum Münevver ismindeki kız bir gün 'Giritli domuz' dedi bana. Ben ağladım, çok üzüldüm. Müdür geldi, kızın saçları uzundu, şu saçlarını eline doladı, bir kaldırdı, bir indirdi, bir kaldırdı 'Giritli domuz kim, Giritli domuz kim? Bana çabuk cevap ver' dedi. Bu kızı hiç unutmuyorum, onu çok iyi hatırlıyorum, hiç unutamıyorum." "En yakın arkadaşlarımdan biri hükümet tabibinin kızı Nimet'ti. Anne kelimesini duyduğumda hüzünlenirdim, onlar evlerinde anne dedikleri zaman, benim gözüm yaşarırdı. Hep anne özlemini çekiyordum, özellikle bayram günlerinde falan, hep böyle hüzün içindeyim. Bu arada Saadet ablam da evlenmişti." Seniye, ilkokulu bitirir ve ortaokula kaydolur. Ağabeyi bu kez engel olur okumasına. "Abim beni göndermiyordu okula, ben okumak istiyordum. Babama mektup yazmaya karar verdim. 'Eğer sen de gitme dersen, barajın oradaki demir köprüden aşağı atarım kendimi' diye yazdım son olarak. Mektubu yolladım. Birkaç gün sonra bir baktık ki abim cebinde yıldırım telgraf ile geldi. Bana müsaade etti gibi göründü ama aslında babamdan emir almıştı. Okula devam ettim." Kendi deyimiyle ele avuca sığmayan, çok haylaz, yaramaz bir çocuktur Seniye: "Her sene bağa falan çıkardık. Tarsus'ta yazın okul tatil olur olmaz, babamın büyükbabamdan kalma dört odalı bir bağ evi var, üstte iki oda, altta iki oda, yazı geçirirdik orada. Hep ip atlarım, giderim, gezerim, ağaçlardan aşağı inmezdim... Bir gün hiç unutmam rahmetli babamın elinde şöyle bir demet çubuk gördüm. Kazıyor, onları deniyordu, 'Baba odunları niye oraya dikiyorsun' dedim, 'İp atlıyorum ben, geziyorum, niye dikiyorsun onları oraya?' 'Bunlar odun değil yavrum zeytin ekiyorum, yarın zeytin verdiği zaman torunlarım yiyecek, bana rahmet okuyacak' dedi... Hatırlıyorum abim bize ufak bir köpek getirdi bir gün, adını Kasturi koyduk, simsiyah, hep elimizde, bu kız kardeşim benden bir yaş küçük olanla oynarken, ederken hayvan öldü. O günlerde bekçimizin eşi de ölmüştü, Ak Yokuş diye bir yer var, bağa gelirken. Kadını oraya gömerlerken biz de gidip seyrettik, üstüne tahta koyduklarını, nasıl yaptıklarını gördük. Biz de geldik, bizim köpek öldü, kıyamıyoruz atmaya, o incirlerin altına mezar kazdık. Onu oraya koyduk. Üstüne aynı şekilde yaprakları koyduk. Bu sefer mezar diye, korktuk oraya gidemedik.

Nişanlandıktan sonra büyüdüm 

Ben nişanlandıktan sonra, artık büyüdüm... O zamana kadar ip atlardım, dışarıda erkek çocukları gibi çember çevirirdim. Nereye gitse hep babamla beraber gittiğim için erkek çocuğu gibiydim. İş yapmayı bilmezdim. Evlendiğim zaman bir tek bardak yıkamış değildim. Hiçbir şey bilmiyordum. Benden küçük olan kız kardeşim zaten üçten sonra okulu bıraktı, evde oturdu, giyindi, kuşandı, süslendi, yemek yaptı, ev işiyle daha çok meşguldü o, meraklıydı. Bana hiç iş düşmüyordu, hani hiçbir şey yapmadım fakat sinemaya çok giderdim, sinemayı çok severdim, arkadaşlarım sinema kuşu koymuşlardı adımı, film kaçırmazdım... Bir de tam ben nişanlandığım gün, Tarsus'a bir uçak geldi. Onu görmeye gittim, hiç unutmam..." 1937 yılında nişanlısı gümrük memuru Mehmet bey ile resmi nikah töreni yapılır. "Tam 11 ay ben evde kaldım, hazırlanana kadar. Hazırlığım bittikten sonra, '38 senesi 29 Mayıs günü düğünüm oldu. Güzel bir düğün yaptık, kaymakamı falan çağırdık, Tarsus parkında yapılmıştı." Eşinin işi nedeniyle Anamur'a çıkar tayinleri. Evde oturmak istemeyen Seniye hanım ailesinin karşı çıkmasına rağmen bu öneriyi hemen benimser: "Anamur'a ilk defa kocam gidiyor, ev tutuyor, evi dayıyor, döşüyor, eşyalarımı hazırlıyorlar, ben bir çöp kaldırmış değilim." Yeni evliler bir süre Anamur'da yaşadıktan sonra Hatay'a doğru yola çıkarlar. Hatay o tarihlerde Fransızların elindedir. Bir dahaki hafta Hatay Cumhuriyeti'nin kuruluşuna tanıklık edeceğiz. Seniye Koraltan'ın arşivinden Türk askerlerinin Hatay'a girişine, Fransız bayrağının indirilip Türk bayrağının asıldığı günün anılarına yer vereceğiz...

DEVAM EDECEK

2.BÖLÜM

İÇİMİZDEN BİRİ / SENİYE KORALTAN

Türk bayrağını görmek istiyorum! Antakya, 4 Temmuz 1938. "İşte Fransız bayrağının indirilip Türk bayrağının asıldığı anın fotoğrafı... Görümcem, eşim, ben ve eşimin arkadaşı Kazım bey var resimde. Töreni seyrediyoruz"



1920'de Girit'te doğar Seniye Koraltan. Ailece büyük mübadelenin ikinci yılında, 1924'te Tarsus'a gelip yerleşirler. Küçük yaşta annesini kaybeder. Girit'teki işini sürdürmeye çalışan, zeytincilikle uğraşan babası Sadık beyin peşinden İzmir'e gider. Terzilik yapan ağabeyinin yanında ilgilenmeye başladığı terzilik mesleğini, evliliğinin ilk yıllarında biçki-dikiş kursuna devam ederek ilerletir. Daha sonra pek çok ilde biçki-dikiş kursları açar, öğretmenlik yapar. Eşi Mehmet Koraltan'ı kaybetmesinin ardından, 1953 yılında ikinci evliliğini yapar, Kazım bey ile evlenir Seniye hanım. Tarsus'tan Hatay'a, Giresun'dan İstanbul'a pek çok yerde yaşar Seniye Koraltan. Son olarak eğitimlerine devam etmek üzere başkente gitmek isteyen çocuklarıyla birlikte Ankara'ya taşınır. 1982 yılından beri birlikte yaşadığı kızı Melek hanımın evinde Ankara'da görüştük kendisiyle... Geçen hafta Koraltan'ın yaşam anlatısının ilk bölümünde, çocukluk ve gençlik yıllarına yer verdik. Bu haftayı ise Hatay Cumhuriyet'inin ilan edilmesine tanıklık ettiği yıllara ve sonrasına ayırdık... 30 Ekim 1918' de imzalanan Mondoros Mütarekesi'nin ardından Fransızlar tarafından işgal edilen Hatay (Sancak) (*), Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından sonra da Türkiye, Fransa ve Fransız mandası Suriye arasında yıllarca sürecek bağımsızlık tartışmalarına sahne olacaktır. 1920'li yıllarda başlayan diplomatik görüşmeler ve antlaşmaların ardından 1937'de Milletler Cemiyeti'nin müdahalesi ile Hatay'a özerk bir statü tanınır. İç işlerinde bağımsız olan Hatay , dış işlerinde kısmen Suriye'ye bağlanır ve bölge halen Fransız mandasındadır. Nisan 1938'de kabul edilen seçim kanunundan sonra pek çok anlaşmazlık ortaya çıkar. Çünkü Hatay'ın siyasi geleceğinin ne olacağını, senaryolardan hangisinin hayata geçeceğini bu seçim sonuçları belirleyecektir. Bir yandan pek çok kişi Hatay'a oy kullanmaya giderken, Türkiye de özellikle Türk olarak yazılmak istenenlere karşı baskı yapıldığını iddia eder. İşte bu tarihlerde Mehmet ve Seniye Koraltan çifti de seçimlere katılmak üzere Hatay'a giderler... Biz Anamur'dayken bir emir çıkıyor, Hatay davası zamanında, Türkiye'de ne kadar kişi varsa, orda doğmuş olanlar oy vermek için hepsi Hatay'da toplanacak. Ben ve eşim de oraya kayıtlı olduğumuz için gitmemiz gerekiyordu." Ailesi ilk günlerde kızları Seniye'yi Hatay'a göndermek istemez. "'Hatay'da bıçak kemiğe dayanmış, tehlikeli bir zaman bu, nasıl yollarız, göndermeyiz' falan dediler. Ben ikna olmadım. 'Ben gidecem, kocam nereye giderse, ben de oraya gidecem' dedim, yani çok ısrar ettim... Payas'a doğru yola çıktık. Payas'a geldik, tren değiştiriyoruz, Hatay'a çalışan Fransız trenine binecez. Pasaportla geçiyoruz. Katar hareket etmeden bando İstiklal Marşı çalıyor, ben ağlamaya başladım. Yola devam ettik. İskenderun'a geldik. İskenderun'da görümcem vardı. İşte orada görümcemin annesinin evini verdiler bize. Orda kalmaya başladık." Ortak avluya açılan, birkaç ailenin bir arada yaşadığı bu eve yerleşirler: "Birinci kat yan yana iki oda, odadan bahçeye çıkılıyor. Ortada mutfak. Onun bitişiğinde yine başka bir bitişik iki oda vardı, orda da başka bir kiracı, Ahmet bey isminde biri oturuyor, eşi de Rumdan dönme, Bedia hanım... Müslüman olmuştu. Aynı avludayız. Şöyle yüksek yerde de başka gayrimüslimler, Ermeniler falan oturuyor... Herkes ordunun gelmesini bekliyor o günlerde... Asker gelecek, derken Atatürk hastalandı, 38 senesinde işte. Türklerin elinde bir çakı dahi yok, onların en ufak çocuklarına varıncaya kadar hepsi baştan başa silahlı, her şeyleri var. O kadar baskı vardı ki. Rahmetli eşimin bir tabancası vardı, hatırlıyorum . Gece alıyordu yastığımızın altına, sabah olunca götürüp çiçek saksılarının içine saklıyordu yeniden. O günlerde kimin üzerinde silah bulurlarsa, döve döve, yürüterek Halep'e kadar götürüyorlar. Öyle cezalandırıyorlardı Türkleri işte. Atatürk de haber yolluyor o günlerde, 'Beni kızdırmasınlar, eğer çizmemi ayağıma takarsam soluğu Halep'te alacam' diyordu... Her akşam, kapıların arkasında balta, sopa, yani, kendilerini koruyacak şekilde hazırlık yapıyorlar, dışardan gayrimüslimler kesim yapacaklar diye korkuyorlardı. Erkekler nöbet bekliyordu, yani o vaziyetteydik." 1938 yılında Fransa ile Türkiye arasında imzalanan askeri anlaşmayı takip eden günlerde, 4 Temmuz 1938'de Ankara'da iki ülke arasında dostluk antlaşması da imzalanır. Ertesi gün Türk askerleri Hatay'a girer: "Emir geldi, Türk askeri geleceği zaman, işte ben daha önce krapon kağıtlarıyla çiçekler, zincirler yaptım. Bütün kapımızı hep böyle süsledim aşağı kadar. İşte bu rahmetli eşimin teyzesinin evi vardı, ona da oğlu İstanbul'dan toplarla kırmızı bayrak bezi getirmişti. Bayrak kestim bir sürü. Okulda öğrendiğim gibi, o stile göre ay yıldız yaptım. Oturduk üç tane makineyle bayrak diktik. Kapıya çıktık sırtımızda bayraklar. En nihayet 5 Temmuz'da askerler geliyor, Payas'ın bütün zeytinliklerinin altındaki o askerler saklanıyor. Komutan önde, askerler arkada, kadanalar. Fakat o gece bir yağmur, bir yağmur, nasıl bir yağmur yağdı, bütün sel aldı her tarafı, 5 Temmuz'da sel aldı. Kadanalar, o askerin şeyini taşıyan şeyler, atların iki tanesini zayi etmişler, 'İki tanesi ölmüş' dediler daha sonra."
Hatay Cumhuriyeti

Temmuz 1938'de yapılan seçimlerde Hatay'daki Türk topluluğu 40 milletvekilliliğinden 22 tanesini alır. 2 Eylül'de toplanan meclis Hatay Devleti'ni ilan eder. Cumhurbaşkanlığına Tayfan Sökmen seçilir. "Ondan sonra karar geldi, Türk geçici Hatay Devleti kurulacak diye. Tayfur Sökmen reisicumhur oluyor, Başbakan Abdurrahman Melek, Adalet Bakanı Muhsin Bereket, Sağlık Bakanı da Arif Koyaş vardı, çok iyi insanlardı, yakın görüştüğümüz kişilerdi. Biz de o zaman Antakya'ya taşınıyoruz, çünkü adalet bakanı rahmetli Muhsin Bereket, rahmetli eşimi yanına alıyor, onu özel kalem, daktilo olarak alıyor, devamlı yanında. Hatay devleti olarak değiştirilmiş resmi yazılar yazıyordu. Daktiloyu eve getirdi, onu evde yazıyordu, ben okuyordum, kendisi yazıyordu." 29 Haziran 1939'da Hatay Meclisi oybirliğiyle Türkiye'ye katılma kararı alır. 30 Haziran günü TBMM'de karar onaylandı. 7 Temmuz 1939 günü Hatay ili oluşturulur." Tüm bu gelişmeler yaşanırken ilk çocuğunu doğuran Seniye hanım henüz 17 yaşındadır. Bir süre sonra 11 aylık iken oğlunu kaybeder. Bu arada Mehmet beyin askerliği nedeniyle İstanbul'a gitmesi gündeme gelir. "Tekrar hamile kalınca bu sefer, kayınpederim, 'Sen İstanbul'da doğum yaparsın, Mehmet de askerliğini orda yapsın' dedi." Seniye hanım da bu ara İstanbul'da bir yurda yerleşir. Ancak Mehmet bey kilosu nedeniyle askere alınmaz. Ama bir biçki-dikiş kursuna devam eden Seniye hanım kursu bitirmek ister İstanbul'da. Kursun sonunda eşi ve ailesinin ısrarlarına dayanamaz ve Tarsus'a döner. Burada bir biçki-dikiş kursu açmaya karar verir. Yaklaşık 9 seneye yakın yaşarlar bu kentte. Oğlu Ali 5 yaşlarındayken 1950 senesinde Mehmet bey birden hastalanır, kansere yakalanır. Tedavi olmak üzere tekrar İstanbul'a düşer yolları. Kızı Melek'e hamile olan Seniye hanım eşinin hızla ilerleyen hastalığının karşısında çaresiz evine geri döner. Bu olağanüstü günlerde eşinin çok yakın arkadaşı Kazım bey hep yanlarındadır. Seniye anıma destek olur. "Kazım bey yedikleri ayrı gitmeyen, çok samimi, kardeşten daha yakın bir arkadaşıydı eşimin. Hatta, evliliğimizde de sağdıcıydı rahmetlinin, çok severlerdi birbirlerini. O da Kapıkule'de gümrük müdürüydü. Melek doğar. Bu yıllarını biçki-dikiş kurslarında öğretmenlik yaparak geçirir Seniye hanım. 1950'de kansere yenik düşen Mehmet bey ölür. 1953 yılında Kazım bey Seniye hanıma evlenme teklif eder: "Çocuklarınıza baba lazım, ben hazırım. Eşinize nasıl baktığınızı, nasıl şey bir insan olduğunuzu anladım, gördüm, evlenmek istiyorum, evlenmeye hazırım" dedi diye anlatıyor Seniye hanım. Evlenirler. Karadeniz Ereğlisi, ardından Giresun ve İstanbul'a tayin olurlar sırasıyla. İstanbul Samatya'ya yerleşirler. 1970 yılında Kazım bey de vefat eder. Çocukları büyümüştür. Üniversite eğitimlerini tamamlamak üzere Ankara'ya taşınırlar. Seniye Koraltan 1982 yılından bu yana kızı Melek hanımın yanında oturuyor, torunlarıyla ilgileniyor... (*) İskenderun, Antakya ve havalisine Atarük'ün talimatıyla TBMM'de 1936 yılında alınan bir kararla Hatay adı verilir ancak o tarihe kadar bu bölgenin adı Sancak olarak geçer.

Hatay'da yaşam
"Hatay'da zaten Süryaniler, Araplar, o fellah falan dediklerimiz, bunların hepsi, karışıktı o zaman. Türkiye'ye geçtikten sonra bunlar yavaş yavaş birbirlerine intibak etmeye başladılar. Anlaştılar. Ama adetlerini, yiyeceklerini, yemeklerini sürdürdüler. Kene, kene, kene, her kelimede kene, nereye gitti kene, ne yaptın kene, hep böyle konuşmaları vardı. Yemekleri de, örf ve adetleri, alışkanlıkları da bambaşkaydı... Yalnız Türk hanımlarına, yani bize, 'Hataylı' diyorlardı. Ermeniler, onlar tam lüks bir hayat yaşıyorlar. Bizimkiler hep çarşafla geziyor, peçe takıyorlardı... Meşhur Biremar gazinosu vardı. Güzel bir gazino, tam deniz kenarındaydı. Çok lüks güzel bir gazino, oraya gidiyorlardı Ermeniler, Fransızlar... Hep oraya gidip eğleniyorlar, yemek yiyorlar, güzel vakit geçiriyorlardı. Bizim Türklerin hiçbiri gitmezdi. Ben bunları ayarladım, diğer hanımları, dedim 'Hadi sen kocanı kandır, ben de kocamı kandırıyım, sen de kanır, sen de kandır, gidelim oraya bir açılış yapalım'. Niye bunlar girsin biz girmeyelim? Ben oraya gittiğimde sıfır kolla gittim. Açış törenini yaptık. Ondan sonra başladılar oradaki Türk hanımlar da gelmeye."

Biçki-dikiş kursları
"İstanbul'a gelince ben de dikişimi ilerleteyim diye, gidip Noemi Asadoryan'a kaydoluyorum. Orda devam ederken, hamileyim ikinci çocuğuma, sene sonu imtihana gireceğiz. Orda bir Ermeni kız var, Anahit isminde, tam benim tipimde… İmtihanda birbirimize dikiyoruz, prova yaparken, 'Eş olarak imtihanda seni seçecem' dedi, benim hamile olduğumdan haberi yok. 'Bak' dedim 'ilerde sakın sözünü geri alma'. 'İmkan var mı, senin gibi manken bulacam da, sözümü geri alacam' dedi o da. 'E sen bilirsin' dedim. Bir gün kayınvaldem gelmiş Kapalıçarşı'dan bana malzeme getiriyordu. Gelince bizim madamlan kahve içiyorlar. Genç kızlar arasında ben evli olmama rağmen, en gençleri de yine bendim. Ufaktı yaşım falan, birbirleriyle şakalaşıyorlar, arkadan falan birbirlerinin vururlardı. 'Madam, n'olur Seniye'ye böyle bir şaka yapmasınlar' dedi kayınvalidem. Madam da 'Niye?' diye sordu. Kayınvalidem de halime olduğumu söyledi. Tabii kız duydu bunu, 'Vay seni kafir seni, demek onun için beni bırakacaksın, eş kabul etmeyeceksin diye söyleniyorsun değil mi?' dedi bana. Ondan sonra, hakikaten imtihan zamanı geldi, ben manken üzerinde çalıştım, dikişimi diktim, diplomamı aldım... Aldığım diplomayla müracaatımı yapıp, bakanlıkta ruhsat alıp yurt açmak istiyordum. Tarsus'ta yurt diye bir şey yok. Tarsus'ta yurt açayım dedim ben de." Bu arada hastalanır ve bu istediğini gerçekleştiremez. Ancak hayatının daha sonraki dönemlerinde eşiyle birlikte gittiği illerdeki biçki-dikiş kurslarında öğretmenlik yapmayı başarır Seniye hanım... "Hangi aileden olursa olsun, 10 liraydı kurslarda o zaman aylık. 10 lirayı veren, yalnız ilkokul mezunu olması şarttı, katılırdı kurslara... Yani okuması, yazması, diploması olmayan, yaşı ufak olan okul talebeleri geldiği zaman almıyorduk. Okula gitmeye mecburdu herkes. Gelirler, öğrencimiz olurlardı, onlara biçki-dikişle ilgili metotları verirdik. Böyle böyle pek çok öğrenci yetiştirdim ben."

1.http://www.milliyet.com.tr/2004/01/23/pazar/paz13.html

2. http://www.milliyet.com.tr/2004/01/30/pazar/paz13.html

GİRİT_RESMO

x

Giritliler doğaldırlar

Giritliler doğaldırlar 





GİRİT_KANDİYE

GİRİT_KANDİYE

GİRİT_KANDİYE


GİRİT_HANYA


GİRİT_HANYA
GİRİT_HANYA

GİRİT_HANYA

28 Mart 2013 Perşembe

Elveda Sonbahar



Bir şafaktan bir şafağa,
karanlıklardan hiç korkmadan
ve kaç şafak kaldığını hiç bilmeden
yürünen uzun bir yol hikâyesi
ELVEDA SONBAHAR’da
kaderinde olana güçlü aile bağları, sevgi ve güvenle karşı koyan
yaşadığı talihsizlikler ve kayıplar karşısında her zaman dik durmaya çalışan
tüm olumsuzluklara rağmen bir şekilde mutlu olup yaşamla bağını asla koparmayan
bir kadınla tanışacaksınız
Ve onun küllerinden yeniden doğduğuna değil,
hiçbir zaman küle dönmediğine emin olacaksınız
Son satırına dek kendinizden çok şey bulacağınız bu roman unutulmaz satırlarıyla kalbinizi kazanacak
Hem de en derinden

***

Bir şafaktan bir şafağa, karanlıklardan hiç korkmadan
ve kaç şafak kaldığını hiç bilmeden
yürünen uzun bir yol hikâyesi.

Maya, Baran ve Alaz için…

1. BÖLÜM

KİRLİ ELLER

Bu kadın burada ne arıyor? diye düşündü ince boyunlu genç polis. Sessiz, soğuk, çirkin koridorlara hiç yakışmamıştı. Fakat yanında yürüyen kadının küçük desenli ipek eteğinin ince bacaklarına sürtünürken çıkardığı hışırtı, dalgalı sarı gür saçlarından yayılan mis koku onun hayal olmadığını gösteriyordu. Keşke amirim, mahalle arkadaşlarım bu kadınla yürürken beni görseler diye geçirdi içinden.

Ağlamaktan şişmiş yeşil gözleriyle ona baktı kadın. “Daha ne kadar var?”

Kadının ince, yüksek topuklu ayakkabılarına göz atıp yürümekten yoruldu sanırım ama nasıl da ahenkli adımlar bunlar… şarkı gibi, dans eder gibi… onunla yoruluncaya kadar yürümek isterdim, hatta dans etmeyi bile öğrenebilirdim onun için diye aklından geçirdi genç polis. Başını kaldırıp bembeyaz kesmiş, korku dolu ve şaşkın yüze baktı. “Yoruldunuz mu?” Oysa ona ne güzel kadınsın, ne arıyorsun burada, git çabuk, uzaklaş buralardan demek isterdi.

“Yok hayır, ben yürümeye alışkınım…”

Sesi giderek soldu ve son kelimeleri duyamayan polis anlamak istercesine kadının yüzüne odaklandı. Dudakları bembeyazdı; kabarıklığı ve kıvrımı olmasa neredeyse seçilmeyecekti. Birden morgda, soğuk mermerin üzerinde yatıyor gibi geldi ona. Vay anasını! Bu kadın orada bile güzel olurdu. “Necati Ağabey, ablanın evrakı sana teslim. Nöbetçi hâkim tutuklamış, ne gerekiyorsa yap da bayanı bekletmeyelim.”

“Niye beklemesin ki?” dedi Necati sırıtarak, bir yandan da aralık dişlerine takılan yeşilliği kirli tırnağıyla çıkarmaya çalışıyordu. “Acelesi mi var? Nasıl olsa çok zamanı olacak. Hem biz de insanız lan hergele… Her zaman böyle parça düşer mi buralara, bırak da azıcık tadını çıkaralım.” Önündeki evraka bakmak yerine kadının göğüslerini süzerek iç geçirdi. “Ben de sıkıntıdan gazetelere göz atıyordum. Ekonomi boktan, haberler sıkıcı. Demirel ne yapsın? Bak bugün bir banker tüymüş…” Gazeteyi katlarken sözlerini sürdürdü. “Yurtdışına uçuvermiş herif. İsviçre’ye kaçırdığı paralarına çoktan kavuşmuş olmalı. Canına yandığımın memleketi.”

Acaba kadın kaç yaşında? diye düşündü ince boyunlu genç polis. Hayret, tahmin edemiyordu. Bir bakıyordu otuz… Bir bakıyordu elli. On beş de olabilirdi, yüz de. Keşke hiç ölmese. Neden böyle düşündüğünü bilemiyordu! Annesinin evlendirmek istediği Karaburunlu kız geçti gözünün önünden. Üzüldü, ağlamak geldi içinden.

“Bakalım suçu neymiş?” Necati dosyayı açtı ve bacağını kaşıyarak arkasına yaslandı. “Dolandırıcılık, emniyet suiistimal, tefecilik, bankalar kanununa muhalefet.” Hoppala… bu kadının para kazanmak için dolandırıcılık yapmasına, banka kanununa falan ne ihtiyacı var… verir patronuna, işte paralar sana… diyecek oldu ama kadının yüzündeki buz gibi ifade, mesafeli duruşu, asil tavrı ve ürkek bakışları karşısında kendine hâkim oldu.

“Bir yanlışlık oldu, ifade vermeye gitmiştim, nöbetçi hâkim bizi tutukladı. Pazartesi düzelecek her şey.” Kadın utançtan ölmek üzereydi… Ama yine de bu adamın karşısında dimdik durmaya kararlıydı.

“Hep böyle söylerler,” dedi Necati.

Genç polis kadının yaşını ve adını merak ediyordu. Masanın üzerinde duran dosyaya doğru başını uzattı. 1945 doğumluymuş. Adı nasıl da yakışmış bu kadına… Saçlarından gurubun ışıkları saçılıyor, yüzünde gün ağarıyor sanki. Güneş de olabilirdi ama Şafak yazıyordu. Altta da kızlık soyadı. Tanyeri… Şiir gibi, kim koymuş acaba ismini? Yoksa bir şair mi?

Kadın göğsünde Şener yazan genç polisin yüzüne baktı. Garip biri diye düşündü. Sanki adı Mahzun olsa daha çok uyardı ona. Ya da incecik parmaklarıyla cop tutmasa da tahta oyması yapsa. Karısının, çocuğunun saçlarını okşayıp onlar için şiir yazsa. Aralarında tuhaf bir bağ oluşmuştu. Sen çok iyisin ve mutlu olmalısın delikanlı demek istiyordu ancak bunun yerine sadece, “Teşekkür ederim,” diyebildi.

Genç polis seni buralarda bırakmak istemiyorum, buralara hiç yakışmıyorsun diyecek oldu ama yalnızca, “Allah kurtarsın,” dedi ve dosyayla ilgilenen adama döndü. “Ben gidiyorum Necati Ağabey. Pazartesi görüşürüz.”

“Tamam, git bakalım. Al bu da doktorun gazetesi, şöyle bir göz atmıştım, götür evde okursun.”

“Sağ ol ağabey.” Cebine katlayarak koyduğu 28 Mayıs 1992 Milliyet gazetesiyle geri dönerken ipek kumaş hışırtıları ve mis gibi bir koku eşlik ediyordu Şener’e. Hayat işte diye düşündü. Adı da hiç yabancı gelmedi ama… Tanımak istedim o kadını. Gidip annemle konuşayım da aceleye getirmesin işi, Karaburun’a bir kez daha gidelim. İlerledi ve çok geçmeden yorgun yürüyüşüyle koridorda gözden kayboldu.

Aralık dişli polisle baş başa kalan kadın ürktü. Keşke bir salyangoz ya da kaplumbağa olsam, keşke bir kabuğum olsa da içine girip hiç çıkmasam diye geçirdi içinden. Kaba ve nemli avuçların arasındaydı şimdi bakımlı, ojeli ve yumuşacık elleri.

“İşte buraya. Bas bakalım parmağını.”

Her bir parmağı ayrı ayrı mürekkebe, sonra kâğıda bastırılıyor, elleri bu hoyrat adamın avuçları arasında şekilden şekle girip kirleniyordu. Tiksinerek adamın sulanan ağzına baktı.

Orgazm olacak gibi görünüyor diye düşündü. “Yeter artık,” dedi midesi bulanarak. “Canım acıdı, parmaklarımı kıracaksın!”

“Bunu bu haltı işlerken düşünecektin.”

Utancından ölmek istiyordu kadın. Keşke şu an ellerim genç polis Şener’in avuçları arasında olsaydı. İkisi ne kadar da farklı. Kurtar beni bu adamdan Şener… Nereye gittin? Hiç tanımadığı bir adamdan yardım isteyecek durumdaydı. Neyse ki bu rezillik sonunda bitti de oh kurtuldum bu işten diye geçirdi içinden, başına gelecekleri bilmeden…

“Gülden bak, yeni bir misafir var, al da içeride bir kontrol et bakalım.” Adam hâlâ pis pis sırıtıyor, kontrolde olacakları düşünerek sol eliyle tuhaf bir hazla ensesini ovuşturuyordu. Kadın bu sözleri neredeyse duymadan boyalı parmaklarına ve ellerine baktı. Ellerim… Seven, okşayan, büyüten, alkışlayan, sıvazlayan, işleyen, öpülen ellerim…

Ellerine sağlık güzel kızım…
Ellerin dert görmesin Şafak’ım…
Şafo gel yavrumi…
Gel pedimu sırtımı ovala…
Ellerin hayat sanki bana…

On beş yaşındayken felçli ninesinden sık sık bu sözleri işitirdi. Söylediğine göre ona bakan herkes canını acıtıyordu. “Altımı kirlettim. Şafak temizlesin,” derdi Hayriye Hanım gelip giden aklıyla.

Torunu onu kıramaz ve şefkatle, hiç incitmeden yapardı bu işi. Çok geçmeden Hayriye Hanım’ın aklı başına gelir, güzel ama donuk görünen masmavi gözlerinden bir damla yaş süzülürdü. “Krima yavrimu1 ellerin kirlendi mi?” derdi.

Ellerim o zaman değil benim canım nineciğim, bak şimdi kirlendi… Hem de çok…

NİNEM
Girit’in Güzeli

Selamlığın iç avluya bakan penceresinin önündeki kerevette oturan Hasan Efendi nargilesinden derin bir nefes çekti ve büyük kızı Hayriye cam kapıyı aralayıp başını içeri uzattığında daldığı derin düşüncelerden sıyrıldı.

“Ela patera2, annem avluda seni kahve içmeye bekliyor.” Hayriye koştu ve en şımarık haliyle babasının göğsüne sarıldı. “Kahveyi kendi ellerimle çekip pişirdim. Ama hadi canım, kalksana!”

“Dur be geliyorum. Bugün çok yoruldum. Siga, siga3 be Hayrişumu…” Gerçekten de Hasan Efendi, küçük Hayriye’yi şaşırtacak kadar yavaş hareket ediyordu. Kafasını toplamak için zaman kazanıyordu aslında. Pencereden avluya baktı. Masanın ortasında pembe çiçekli sardunya saksısının yanında duran tepsideki kahveleri içmek için onu bekleyen karısını gördü. Aralarında hiç konuşmadıkları halde bu gece ona anlatmak istediklerini biliyormuş gibi başını arkaya doğru atmış, yüzündeki hüznü saklamaya gerek duymadan gökyüzünü seyrediyordu.

Hasan Efendi karısının yanına oturdu ve o da başını kaldırıp yıldızları seyretmeye başladı. Girit’in incisi Hanya’nın doyumsuz ışıltılarını içine hapsetmek, bu görüntüyü beynine kazımak istercesine baktı, baktı…

Osmanlı’nın Girit Adası’nı aldığı 1669 yılına kadar uzanıyordu kökleri. Nesiller boyu burada yaşamıştı ataları. Tarih ve kültür açısından Anadolu ile Antik Yunan medeniyetleri arasında köprü olan Akdeniz’in beşinci büyük adası Girit onların gerçek vatanıydı. Osmanlı politikası gereği fetihten sonra ada nüfusunu kendi götürdüğü insanlarla denetlemişti. Bunaşenlendirme demişlerdi asırlar sonra yaşanacak hüzünle alay edercesine…

Girit’e yerleştirilen insanlar yerli halkla kaynaşmış, Ortodoks olan Rumlar ve Müslüman Osmanlılar uyum içinde yaşamışlardı. Doğum ve ölümlerde kendi adetlerini yerine getirir, Ramazan ve Paskalyalarını bir arada kutlarlardı.

Osmanlı fethettiği yerlerde din ve dil değiştirme konusunda ısrarcı olmayarak aslında sonradan pişmanlık duyacağı büyük bir hoşgörü örneği sunuyordu dünyaya.

Fetih sırasında gelen askerlerin çoğu Rum kadınlarla evlenerek halkın ana dilinin Rumca olarak gelişmesini sağlamışlardı. Bu nedenle Girit, Osmanlı’nın dilini kaybettiği önemli yerlerden biri olmuştu…

Hasan Efendi ve ailesi de diğer Müslüman Giritliler gibi hiç Türkçe öğrenememişlerdi. Bu akıllı ve dindar adam hem geleneklerine bağlı hem de iki toplumun kaynaşmasından doğan kültürel zenginliğin farkındaydı. Doğrusu bundan çok da hoşnuttu. Oğlu İbrahim, kızları Hayriye ve Hatice de bu zengin mirastan paylarını almışlardı. Yemekleri, oyunları, manileri, türküleri ve gelenekleriyle çok farklı bir kültürün çocuklarıydı onlar.

1800’lü yıllarda tüm dünyada olduğu gibi Yunanistan’da da başlayan milliyetçilik akımı Girit’e uzandığında yavaş yavaş huzurları kaçmaya başlamıştı. Zayıflamaya başlayan Osmanlı Devleti nedeniyle adadaki Müslümanlar dışlanmış, hatta bu durum giderek bir katliama dönüşür olmuştu.

Hasan Efendi’ye kalsa o yurdundan, evinden, atalarının yattığı topraklardan asla ayrılmak istemezdi. Girit’in incisi Hanya onun dünyasıydı. Sarp dağlarından, kışın sert havasından, yazın kavuran sıcağından, denizinden, mis kokulu otlarından, kıyıdan yukarılara uzanan daracık sokaklarından, beyaz badanalı mavi doğramalı evlerinden hiç ama hiç vazgeçemezdi. Fakat artık gözünden sakındığı karısı ve dokunmaya kıyamadığı çocukları için endişe ediyordu.

1860’lı yıllarda Anadolu’ya zorunlu göç başlamıştı. Yapılan toplu katliamlar Girit’teki Müslümanları adeta buna zorluyordu. Artık Osmanlı’dan yavaş yavaş ümidini kesmeye başlayan birkaç dost da Anadolu’ya geçmeyi başarmıştı.

İşte bu sıkıntıları yaşıyordu karısının başının üzerinden yıldızları seyreden cesur ve gözü pek Hasanaki…

Karısının çenesini tutarak başını çevirdi ve gözlerinin içine bakarak, “Başka çaremiz yok Fatma…” dedi usulca.

Bu küçük cümle her şeyi paylaşmaya yetti. İkisi de birbirlerine itiraf etmekten çekindikleri acı gerçeği bakışlarıyla onayladılar. Dehşet içindeydiler ama temkinli bir şekilde bunu saklıyorlardı.

İbrahim kız kardeşlerinden daha üzgündü. Delikanlılığın doludizgin yaşandığı bir yaştaydı. Babasının ona anlattıklarını kabul ediyor ancak buralardan kaçmak çok gücüne gidiyordu. Can dostu, kan kardeşi Dimitri ile kapının önünde oturuphoripia4 içip kulura5 yerken acı gerçeği ondan saklamak zorunda kaldığı için üzülüyordu. Babası bu konuda onu uyarmış, yarın gizlice kaçacaklarını kimseye söylememesini tembihlemişti.

Akşam ayrılırken Dimitri bir şeyler hissetmiş gibi, “Sende bir gariplik var İbram, hayırdır?” dedi ona sarılırken.

İbrahim ona cevap veremedi. Ancak babasıyla Hünkâr Camii’ndeki Cuma namazından çıkarken Splantia Meydanı’ndaki kahvelerde rastladığı arkadaşlarını görünce boğazını sıkan her neyse şimdi yine nefesini kesiyordu. En yakın arkadaşına gerçeği söyleyemediği için hem üzülüyor, hem utanıyordu. Bakışlarını kaçırarak, “Hadi be Dimitrimu, yok bir şey…Kalinihta…”6 dedi.

“Tamam be İbram, gönül işidir belki… Bugün atına sarılırken de bir tuhaftın. Neyse yarın hayvanları otlatırken anlatırsın.Kalinihta.”

Bebekliklerinden beri ayrılmamış bu iki delikanlının arkadaşlıkları için ne yarın ne de öbür gün olacaktı. İbrahim güçlü yumruklarını sıkarak eve girdi, gözyaşlarını bastırarak doğruca odasına gitti ve kendini yatağına atıp koca gövdesi hıçkırıklarla sarsılarak ağlamaya başladı.

Hasan Efendi gün ağarmadan herkesten önce uyandı. Haftalardan beri bugün için hazırlanıyordu. Mallarını çok güvendiği Rum komşusuna satmıştı. Eline geçen altınlar beline sardığı kuşağın altındaydı. Kumaşı yoklayarak onları bir kez daha kontrol etti. Anadolu’ya sağ salim geçebilirlerse bu onların bir süre güvencesi olacaktı.

Daha önce karşıya geçenlerle haberleşmiş ve her şeyi ayarlamıştı. Ama bunun için altınlarının önemli bir kısmını da harcamıştı. Anadolu’da Girit’e benzeyen yerleri araştırmıştı hep. Gidecekleri yerin iklimi, toprağı, otları, denizinin rengi, rüzgârı buraya benzesin istiyordu… Ve Türkiye’de pek çok Rum’un yaşadığı İzmir şehrinin onlar için uygun olacağına karar vermişti.

Fatma Hanım çocukları uyandırdı ve lambayı yakmadan onları karanlıkta giydirip hazırladı. Kızlar olayların pek de farkında değillerdi. Bir yere gidiyorlardı ama bir süre sonra döneceklerdi herhalde…

Karı koca ve İbrahim kapının tıklatılmasıyla irkildiler. Dost bir vuruşa benzemesine rağmen kanları çekilerek usulca seslendiler: “Pios ine?”7

Aralıktan bakınca rahatlayarak kapıyı açtılar. Karşılarında yıllardan beri yanlarında çalışan, aile gibi oldukları Hristo, karısı, çocukları Yorgo ve Eleni duruyordu.

Nereye giderlerse gitsinler birlikte olmak istediklerini, ayrılmayacaklarını söyleyerek ellerine sarılıyorlar, ağlayarak onları ikna etmeye çalışıyorlardı. Son noktayı Hristo’nun karısı koydu: “Hem biz yanınızda olursak Rum çetelerden sizi koruruz. İnan bana hanımım, bizimle daha kolay geçersiniz limandan.”

Fatma Hanım kocasına baktı ve başını salladı onaylarcasına.

Hasan Efendi sağduyulu ve akıllı Fatma’sının fikirlerine her zaman saygı duyardı. Her şeyi hızla gözden geçirdi ve bir karara varıp çocukların sırtlarını sıvazladı. “Hadi o zaman acele edelim, sabah namazını teknede kılarız inşallah…”

1897 yılının mehtapsız bir eylül gecesinde ellerinde sımsıkı tuttukları bohçalarıyla Hanya’nın karanlık ve daracık sokaklarından gizlice süzülerek denize ulaştılar. Limanın arkasındaki küçük koyda bir balıkçı teknesi bekliyordu. Yunanlı kaptan onları görünce, “Kuzulos!8 İsa aşkına kaç kişi bineceksiniz bu takaya. Batacağız bre… Olmaz.”

Hasan Efendi’nin salladığı kesenin hatırına işini bilen kaptan sonunda hepsinin yerleşmesine yardımcı oldu. Bir süre sonra limanın önünden geçerken, Türkler başaltında gizlenmişti. Hristo ve ailesi erkenden balığa çıkmış gibi etraflarındaki kayıklarla neşe içinde selamlaşıyorlardı.

Hiçbir sorun yaşamadan denize açılarak güzelim vatanlarından ayrıldılar. Sorun hepsinin yüreklerindeydi ve içlerini dağlıyordu. Belki bir gün dönebileceklerini düşünerek kendilerini avutuyorlar, bu acıya ancak böyle katlanabiliyorlardı. Fatma Hanım evini ve akrabalarını, Hasan Efendi işini ve topraklarını, İbrahim atını, kızlar ise arkadaşlarını çok özleyeceklerini biliyorlar, bu topraklarda yaşayan güzel insanlara, bu adaya biçilen kadere isyan ediyorlardı. Bu gözü yaşlı insanlar bir daha hiç ayak basmayacakları topraklarından, güzelim Girit Adası’ndan işte böyle uzaklaşıyorlardı.

Girit’ten gelen ailenin on dört yaşındaki büyük kızı güzel Hayriye’yi bütün Bornova konuşuyordu. Komşu kadınlar onu yakından tanımak adına evlerine hoş geldin demek için uğruyorlar, semtin bıçkın delikanlıları da evlerinin civarında dolaşıp duruyorlardı.

Yıllarca yaşayıp kök saldıkları topraklarını, evlerini, mallarını bırakarak Türkiye’ye göç etmişlerdi. Rum hizmetkârları Hristo ve ailesi de onlarla beraber bu zorlu yolculuğa katlanmış, gelecekte belirsiz günler olsa bile yanlarından ayrılmamıştı. Bunu da konuşuyordu konu komşu, çünkü bu pek de alışılmış bir şey değildi.

İzmir’e vardıklarında onları daha önce göç eden eski komşuları karşılamış, Girit’ten gelen Türklerle Levanterlerin yaşadığı yemyeşil ve sakin bir semt olan Bornova’daki evlerine götürmüşlerdi. Beş kişilik bu aile ve hizmetkârları için birkaç gün içinde bir ev alınmış, yanlarında getirebildikleri altınların bir kısmı daha harcanmıştı. İki katlı taş duvarlı bu ev artık onların yeni yuvasıydı.

Yıllardır yaşadıkları kocaman bahçeli, konak gibi evden sonra buraya nasıl sığacaklarını düşünüyorlardı. Çok geçmeden çözüm bulundu; alt katta yer alan mutfağın yanındaki odada Hristo ve karısı, küçük avluya bakan odada ise İbrahim ve Yorgo kalacaktı. Üst kattaki iki odayı da anne baba ve kızlar bölüşmüşlerdi. Üç kız ilk defa birlikte kalacaklarından kıkır kıkır gülüşüyordu. Hayriye, Hatice ve Eleni gülerken aile büyükleriyle oğlanlar yeni hayatlarının bu ilk gününde koşullar ne olursa olsun birbirlerinden ayrılmamaya içten içe ant içiyorlardı.

Hayriye o kadar güzeldi ki… Uzun boylu, kumral uzun saçlı, biraz ince dudaklı, masmavi gözlü su gibi bir kızdı. Sadece tek bir kusuru vardı: Hiç Türkçe bilmiyordu.

Başına beyaz örtüsünü sarıp eteklerini savura savura dolanarak gençliğinin tadını çıkarıyordu evin içinde. Kıvırcık saçları örtüsünden fışkıran, pembe yanaklı bu kızın güzelliği kulaktan kulağa yayılıyordu. Artık aşağı mahallelerden bile onu görmeye geliyorlardı.

Girit’ten gelen kızı gördünüz mü?
Yanaklarına ne sürüyor acaba?
Güzel ama gâvur sanki, dilimizi bile bilmiyor.
Gâvur mâvur, evlerinin temizliğine ne dersiniz?
Memleketlerinde çok zenginlermiş bunlar ama bak hiç kibirli değiller, hizmetçileriyle birlikte kalıyorlarmış.
Altınlarını toprağa gömüp gelmişler, geri dönerler mi acaba?

Yorumlar ve sorular hiç bitmiyor, zengin aile mütevazı yaşam koşullarına ayak uydurmaya çalışıyordu.

Evlerinin karşısında büyük kapılı bir ev vardı. Burada Girit’ten dört yıl önce göç etmiş Orfonopulos lakaplı bir aile yaşıyordu. Resmo’da hayvancılıkla uğraşan bu zengin aile olacakları önceden sezip Anadolu’ya ilk gelenlerdendi. İşlerine yani hayvancılığa burada da devam ediyorlardı. Getirdikleri altınlarla Bornova’da çok büyük araziler almışlar ve oraları koyunları için otlak yapmışlardı. Orfonopulos Salih Efendi, karısı Adviye Hanım, oğulları Mustafa, Ali, Mehmet ve kızları Zeynep mahallenin en güzel evinde yaşıyordu. Artık İzmir ve Bornova’ya uyum sağlamış, işlerini yoluna koymuşlardı. Bunda Salih Efendi’nin üç aslan oğlunun da payı epey büyüktü. Ortanca oğlu Mustafa koyunlara çobanlık yaparken koltuğunun altına sıkıştırdığı tüfeğin patlamasıyla bir kolundan olmuştu. Orfonopulos’ların Kolsuz Mustafa’sını herkes bilirdi. Ağırbaşlı büyük oğlu babasının sağ kolu olarak işlere hâkim durumdaydı. Küçük oğlan Ali ise gözünü budaktan esirgemeyen, hırçın ve bir o kadar da vatansever bir delikanlıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya başlamasından yararlanarak Girit’i Yunanistan’a bağlamak için oluşturulmuş Rum çetecilerle savaşmak için Girit’te dağlara çıkmıştı. O zamandan beri Ali Çavuş diye anılıyordu ve namı Bornova’ya kendinden önce ulaşmıştı. Ailenin alelacele Anadolu’ya geçmesine biraz da bu gözü kara oğlan neden olmuştu zira Salih Efendi oğullarının dağlarda telef olacağından korkmuştu.

Yüksek bahçe duvarlarının çevirdiği bu eve büyük kapının ardındaki küçük kapıdan ve geniş bir avludan geçerek giriliyordu. Çeşitli ağaç ve çiçeklerin cennete çevirdiği bu avluya bakan bir sürü oda ve ortada kocaman bir mutfak vardı. Bazen büyük kapı açılır ve Hayriye bahçeyi, orada yaşayan hayvanları, kalabalık aileyi görürdü. Girit’teki konağa benzeyen Rum evlerini hatırlar, güzel mavi gözlerinde bir damla yaş belirirdi. Bir süre sonra o eve bakarken içini kaplayan hüzün başka bir heyecana dönüştü ve o gür bıyıklı yakışıklı delikanlının eve giriş çıkışlarını beklemeye başladı.

Zamanla iki Giritli aile yavaş yavaş kaynaşmaya başladı. Hayriye’nin ağabeyi İbrahim büyük evde oturan bu ailenin üç oğluyla da çok iyi anlaşıyor, özellikle de iri yarı, kumral saçlı, gür bıyıklı olan Ali Çavuş’la sık sık ava gidiyordu.

Hayriye’nin çavuş lakaplı bu yakışıklıya duyduğu hisleri sadece Eleni anlıyor, fakat hiç ses çıkarmıyordu. Zaman zamanpeki ya Ali Çavuş… o da farkında mıdır acaba? diye düşünüyordu Hayriye.

Aradan geçen üç yılın sonunda Ali Çavuş da daha da serpilip güzelleşen Hayriye’ye ilgi duymaya başlamıştı. Ama bu Giritli yiğit Türk arkadaş kardeşine yan gözle bakmayacak kadar dürüst ve inançlıydı. Evli olan büyük ağabeyi komşu kızlardan biriyle evlenmesi için annesiyle konuşurken ah keşke Hayriye olsa diye geçiriyordu içinden.

Çok geçmeden araya dünürler girdi, bohçalar hazırlandı, takılar alındı, düğün dernek kuruldu ve güzeller güzeli Hayriye dünya on dokuzuncu yüzyıla girerken soğuk bir kış gününde karşısındaki büyük eve gelin gitti.

Avluya bakan odalardan biri yeni evliler için hazırlanmıştı. Tüm çeyizi Hanya’da kalan genç kızın birkaç yıl içinde zorlukla toparlanan çeyizinin en kıymetli parçası üzerinde H harfi olan duvar saati ve uzun yıllar birlikte yaşayacağı Eleni’ydi. Çeyizini arkadaşıyla birlikte yerleştirmişlerdi ve ailesinin göz bebeği olan Hayriye için artık burada, bu odada eltili, kayınvalide kayınpederli ve bol çocuklu bir hayat başlıyordu.

Geniş salondaki düğünde bütün aile adadaymış gibi coşup oynadı. Bornova’nın kuru ayazına rağmen sirtakiler avluda devam etti. Gençler burunlarında doğup büyüdükleri adanın kokusu, kulaklarında Yunan müziğinin coşkusu, hasret yüreklerini dağlayarak kollarını sıkıca birbirlerine dolayıp penodozalis9 oynadılar. Sonunda hafif çakırkeyif damat omzuna attığı ceketiyle avludan odalarına uzanan merdivenleri çıkarken arkadaşlarıyla ağabeyleri hâlâ sırtını yumrukluyordu.

Gerdek gecesinde iki genç namazlarını kıldıktan sonra Hayriye ellerini kaldırıp Rumca şöyle fısıldadı Rabbine: Şükürler olsun, sevdiğim adam kocam oldu… Ve bugüne kadar itiraf edemediği sevdasını anlatmak için kocasının yanına sokuldu…

Hayriye’nin uzun yıllar mutlu bir hayatı oldu. Kocası ve geniş ailesiyle hiçbir sorun yaşamadı. Her zaman saygılı ama mesafeli tutumuyla çok sevildi. Sevdiği adam, kocası Ali Çavuş hayatında her zaman ilk sırada yer aldı. Çok çalışkan, bakımlı ve bir o kadar da Müslümandı. Fazla gezmekten hoşlanmaz, çocukları ve ailesi ile birlikte olmak ona yeterdi. Davranışları gibi giyimi de hep sadeydi. Bu hali ona çok yakışırdı. Üzerine geçirdiği koyu renk küçük desenli ipek elbisesiyle boyu daha da uzun görünür, avludan hızla geçerken çalışan herkes bir an için işi bırakıp ona bakakalırdı. Kaçamak bukleler mavi gözlerinin üzerine düşer, saçları beline dek tek bir örgü halinde inerdi.

Artık hepsi Girit’e dönmekten umudunu kesmiş, o sayfayı tamamen kapamıştı. Giderek zayıflayan Osmanlı Devleti’nin geleceği herkes gibi bu Giritli aileyi de düşündürmeye başlamıştı. Balkanlar’daki çatışmaların yanı sıra devlet iktisadi açıdan da zor durumdaydı. Ali Çavuş karısına belli etmese de geleceklerinden endişe ediyordu. Hayriye ise bunlarla pek ilgili değildi doğrusu… Girit’ten kopmak, evini yurdunu bırakmak onu yeterince sarsmıştı. Osmanlı umrunda bile değildi. Topraklarından, evinden ayrılırken padişahtan ne fayda görmüştü ki? Ayrık otu gibi buralarda yeşermiş, Ali Çavuş’una ve onun ailesine sımsıkı sarınmıştı. O sadece çocukları ve kocasıyla birlikte sıkıntı çekmeden yaşayabilmek istiyordu.

Koskoca bir imparatorluğun çöküşünü, dirayetsiz padişahları, gâvurun oyunlarını, Anadolu’nun parçalanışını çaresiz bir şekilde seyredip tarihin akışına ayak uydurarak başlarına gelen her şeye göğüs gerdi bu aile. Anne ve babaları ölünceye dek Hayriye’nin ailesi aynı evde yaşadı. Ağabeyi İbrahim Manisa’da işini kurdu ve orada evlendi. Kız kardeşi 

ALINTI:http://www.birazoku.com/elveda-sonbahar

19 Mart 2013 Salı

GİRİTLİ BABAMA MEKTUP

GİRİTLİ BABAMA MEKTUP
Canım babacığım  bu gün içim buruk aramızdan ayrılalı 12 yıl oldu sanki dün gibi bu gün aklıma hep yeni genç kız olmaya başladığım günlerim geldi .Bana İlk öğüdün pencereden bakmak istiyorsan perdeyi ardına kadar aç o şekilde dışarıya bak perdeyi aralı yarak dışarı bakılmaz demiştin . :)Hiç unutmuyorum aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum bir gün o anda dışarı bakacaktım her halde sende iş den döndüğün saatti beni bakarken gördün.Pencereden araladım baktım sandın diye o kadar üzülmüştüm' ki ben artık çok daha dikkatli olmuştum .
Kendimi bilmeye başladığımda ilk sofra kurallarımız ile tanıştım .Kardeşlerim ile birlikte sevgi ve saygı çerçevesi içinde hepimizin çatalı kaşığı bardağı  ayrı önümüzde peçetelerimiz mutlaka olur ağzında lokma varken konuşulmaması gerektiğini hep senden öğrendik .
Büyük babam Girit'den geldikten sonra kahve hane işletmiş babam 16 Yaşında iken Büyük babam vefat etmiş .Bizler büyük babamızı sanki yaşıyormuş gibi saygımızı sevgimizi vermeyi öğrettin . Bizler Sevginin saygının aile içinde ne kadar önemli olduğunu öğrendik .
Şimdi bizler torun sahibi olduk .Aynı saygı ve sevgi ile devam ediyoruz..

RUHUN ŞAD OLSUN  IŞIKLARDA UYU SENİ ÇOK ÖZLÜYOR ÇOK SEVİYORUM ....

12 Mart 2013 Salı

Kalispera Girit!



Zeynep Nefesoğlu / Gezi Akşam vakti…


Kalispera Girit!

Kandiye'de limana bakan bir lokantadayım. Adı melodi gibi: "ligo krasi ligo thalassa (biraz deniz biraz şarap)". Masalar dolu... Hemen hiç turist yok... Bu, Girit'teki son gecem. Güneş batmadan önce son cilvelerini yapıyor biz deniz kıyısından onu izleyenlere. Retsina'mı (Yunanistan'a özgü reçineli beyaz şarap) yudumluyorum. Ne güzel, önümüzde koca bir yaz bizi bekliyor. Ben daha Mayıs'tan kapıya çıktım onu karşılamak için… Buralara geldim. Günlerdir Hanya'sında , Resmosunda (Rethimnon), Kandiye'de (Irakliyon) kah şehir içinde, kah dağ köylerinde, kah Minos kalıntılarında yürüyor, yürüyorum. Yeşilin, rengarenk çiçeklerin, mis kokulu ağaçların büyüsüne kapıldım, şehir yaşamına dair ne varsa unuttum sanki… Sildim hepsini hafızamdan… İnsan doğaya ne kadar ihtiyacı olduğunu ona kavuşunca anlıyormuş demek… Yunanistan'a ne zaman gelsem, hep aynı his… Öyle bir ülke ki burası, kendinizi hiç yabancı hissetmezsiniz. Girit'te bu çok daha belirgin, onu söyleyeyim… Ne de olsa Hanya 1645'de, ardından Resmo ve son olarak 21 yıllık uzun bir mücadeleden sonra Kandiye Osmanlı hakimiyetine geçmiş. Bu üç şehir Osmanlıların sancağıymış Giritte… Sempatik Hanya, Bizans ve Venedik karakterinin yanısıra Osmanlı ruhunu da koruyor. Sokaklardaki ahşap ağırlıklı evleri gözünüz bir yerden ısırıyor olacak. Dalları meyvalarla dolup taşan turunç ağaçlarının altında yürüyüp gezeceksiniz Hanya sokaklarını… Limanda dolaşırken karşınızda bir de yeniçeri camii bulacaksınız (Küçük Hasan pasa camii). Yorulunca limandaki restoranların birinde mola vereceksiniz belki de. Resmo'da da aynı kültür mozaiği yine karşınıza çıkacak. Yürüdüğünüz sokağın sağ tarafı Osmanlı sol tarafı Venedik'li olabilir, sakın şaşırmayın! Canlı sokaklarının albenisine kapılıp biraz alışveriş de yapabilirsiniz. Dükkanlarda Türkçe konuşanlar o kadar çok ki. Urla'lılar, İstanbullularla hoş sohbetler edeceksiniz... Annelere Girit işi örtülerden almayı unutmamalı... Kandiye ise daha bir şehir … Bir an adada olduğunuzu unutabilirsiniz. Sokaklarında ellerinde tespihleriyle yürüyen Yunanlılar ziyadesiyle "delikanlılar". Aaa, o da ne? Tavla da oynuyorlar... Bu arada delikanlı demişken, Girit'in bıçak ve kaması ünlü. Eskiden erkeklerin sevdikleri kadına hediye etme geleneği olduğu da söyleniyor. Okuduğum İngilizce rehberde, Girit düğünlerinde havaya ateş atılması geleneğinin çok polpüler olduğundan bahsediliyor. Allah Allah, size de tanıdık geldi mi? Lokanta menülerinde de tanıdıklara rastlayacaksınız... Fava, cacikki, mousakka ve diğerleri... Bazı nüanslar dışında bizdekilere benziyor hepsi. Durun, hemen başlamayın "ay biz Türkiye'de onu daha güzel yaparız" demeye... Tadını çıkarın anın… Tadını çıkarın benzerliğimizin... Lokum gibi ahtapotları, nefis kalamarları, karavidaları yiyin… Tatlı niyetine kaymak gibi bir yoğurdun üstüne gül reçeli de gelebilir, kadayıf da… Şanslı gününüzdeyseniz antep fıstığı reçeli gelir… Yemeğin sonunda, masanızın konuğu sertçe bir karafaki dolusu boğma rakı ve yanında shut bardakları olacak. Tıpkı Grappa gibi dijestif olarak içiliyor burda boğma rakı… Aman fazla kaçırmayın! Bir, maksimum iki shut yeter... Bu meret karafakide durduğu gibi uslu durmuyor kanınızda... Girit'te yemeklerde "horta" dedikleri otlar da karşınıza çıkacak. Otların bu kadar popüler olmasını adalı olma psikolojisine bağlıyorlar. Amaç, elindekini en iyi şekilde değerlendirmek... Bir de sözleri varmış ki beni epey güldürdü: " bahçene bir ineği, bir de Giritliyi sokmayacaksin"… Öyle sofistike yemekler değil, yalın, taze lezzetler sunuyor Girit… Domateslerin sıcacık tadı ve kokusu eski günleri hatırlatıyor… Bundan olsa gerek feta peyniri, salatalık, domates ve soğandan ibaret Greek Salad'ı insan hergün yese de sıkılmıyor. Hayat sade tatlarla da güzel, bunu farkediyor insan… Ve tam da memleketinde Kazancakis'i anımsıyor… Ünlü eseri Zorba'daki Alexis Zorba karakterini… O'nun dediği gibi "mutluluk bir kadeh şarap, biraz sıcak kestane, hafif bir meltem ve denizin kokusu kadar basit"… "Mutluluk, basit ve mütevazi bir kalp aslında…"

ALINTI: http://www.caferuj.c...kalispera-girit

10 Mart 2013 Pazar

(Hacı Bektaş Veli)

hararet nardadır, sacda değildir
keramet sendedir, tacda değildir
her ne arar isen kendinde ara
kudüs'te, mekke'de, hacda değildir

(Hacı Bektaş Veli)

MUTLU PAZARLAR

Hüzünlü bir rum ezgisi olan "Samyotisa" yı dizelerine sokan ve babasına ithaf eden "Pelinaki" Giritli




Hüzünlü bir rum ezgisi olan "Samyotisa" yı dizelerine sokan ve babasına ithaf eden "Pelinaki" Giritli bir ailenin torunu olan sevgili Pelin Onay Ege'nin incisi İzmir'in sesiydi..
"samyotisa,samyotisa
yotisa,yoti samyo
malematemya,ta kupya
samyotisa, ka narto
na separo.."
Hüzünlü bir rebetiko ezgisi kulaklarına fısıldanmıştı çocukluğunda ve bunu anımsayıp mırıldanırken "samyotisa" yı,dizeler sıralanmıştı gönlünde Pelinaki'nin;
"bir rum ezgisi aralıyor dudaklarımı
Midilli'ye baktım
ışıklarını gösteriyor onaylarcasına
anlaşıldı
bu akşam söyleyeceğiz bütün şarkıları
hem bak denizde eşlik ediyor bize
haydi baba
söyle çocukluğumun şarkısını
söyle samyotisa'yı.."
diye başlayıp devam eden babasına hasretin gönül sesiydi. Bu ses uzun zamandır köşesine çekildi, ilk şiir kitabı yayınlanmıştı " nü sızı " Belki de ikincisi yoldaydı ondandır
dedik sessizliği Pelinaki'nin..!
"Nü sızı" da kendisini şöyle tanıtıyordu Pelin Onay "Ne sevgiyi ne de rakıyı susuz içemez,
aşk bir türlü bitiremediği, bitirmeyi de düşünmediği roman gibidir. Pelinaki'nin kulağa hoş gelen nick'i gibi "Yâr Gidiyor"(fevli i agapi mu) isimli çok hoş bulduğum ve iznini önceden aldığım şiirini sizlerle de paylaşmak istedim..
"Rum meyhanesindeydik.. Dilimizden dökülen şarkılar,vedaların hatırına kadeh kaldırdık..
sevmiştik.. Bekledik de.. Şimdi, tütün kokan parmakların kaldırdığı, inadına yürekli bir
sevdadır anason kokusundaki özlem.. Bizi kutsa gece, kapında sabahlıyoruz.. Kapında yeniden aşık olmaya geldik vedalara rağmen.. Hadi, doldur kadehleri..
yâr gidiyor..
antik bir aşkın kalıntıları kalıyor sular altında
"yasu!" diye bağırıyor bir balıkçı
eyvallah çekiyor yan masadakiler
bir kadın derinden "samyotisa"yı söylüyor,
"sagapo me agapi" diyor
bütün meyhane başını önüne eğiyor
kadın şarkı söylüyor
kadın ağlıyor
yâr gidiyor..
ertelenmiş
ve söylenebilecek bütün sözler adına,
derin bir sessizlik birikiyor yüzlerde
şehvetli melodilerin titreyişi bedenlere dokunuyor
sevişmek nasıl da özlem yüklü
sevişmek nasıl da zor özlerken
celladını beekleyen
ama korkularına rağmen tahtını bırakamayan bir kral gibi,
tedirgin bütün duygular
kadın biliyor
herkes susuyor
yâr gidiyor..
Nikolas'ın sesi yıkıyor ortalığı,
hâlâ bırakamadığı rum şivesiyle
"canlanin bre yavrularim,sevdadir bu,yine gelir.."
kadın ve Niko göz göze geliyor
Niko anlıyor
kadın konuşamıyor
yâr gidiyor..
masada kalan bir kaç meze
ve yarım bardak tutarında nefes alan,
bir kadeh rakı geceye kalkıyor
dalgalar yüreklere vuruyor,
yürekler ıslanıyor
balıkçı ağlarına takılıyor bütün hüzünler
"denizden babam çıksa yerim" diyen Manos
ah! Manos
Manos bile konuşamıyor
kadın kadehini dolduruyor
sigarası intihar ediyor
yâr gidiyor..
giderek derinleşen bakışlar,
Madam Sophia'nın sesine takılıyor
"hadi ama../..çalsin sazlar../..geldik biz ağlamaya?"
kör Maryo lyra'sını çalmaya başlıyor
vurulan kadehlerin yankısı duvarlardan dönüyor
herkes müziğe eşlik ediyor
kadının yüreği yanıyor
kadının yüreği kanıyor
yâr gidiyor..

Pelin Onay