22 Ekim 2011 Cumartesi

YENİDEN GİRİT_Jasmin KAYRA

 Bu sene, yıllar sonra Paskalya öncesi Girit’e gittim. Dile kolay neredeyse 20 sene sonra ilk kez.
Şaka gibi... Zaman ne hain, nasıl da çaktırmadan hızlıca akıp geçiyor. şimdi bana neden bunca sene sonra, neden Şimdi bu yolculuğu yaptın diye sorabilirsiniz haklı olarak.
Bunca sene Girit’e gitmedim hakikaten. 20 sene boyunca -ki bu çok olağan değildir bizler için, bütün Giritliler bilir ki, Girit öncelikle duygularımızın anakarasıdır hepimizin.
Ancak gitmedim, çünkü sözüm vardı... Karşılıklı verilmiş bir söz gibi düşünebilirsiniz. “Ya birlikte ya da hiç” ... Ben de eski hatıralar adına, onları yaşandıkları gibi koruyabileyim diye gitmemeliydim. Öyle de yaptım bunca yıl.

Ben tesadüflere çok inanırım. Sevdiğim bir arkadaşım, tesadüflerin onun tanrısı olduğunu söyler. Ben ise yaşam tanrısının küçük oyunları gibi görürüm onları. Yaşamın, hayatı daha katlanılabilir kılmak için durup durup karşımıza çıkardığı küçük, masum oyunlar...
Geçtiğimiz yıl, gerçekten de birbirini tanımayan iki ayrı kanaldan Girit üzerine bir kitap hazırlamam istendi. İşte size neşeli yaşam oyunlarından bir tanesi daha... Baştan çıkarıcı ve inanılmaz bir tesadüftü ardarda gelen bu iki teklif. Zira ben yazar değilim... Yazar olamayacak kadar sıradan bir hayatın içinde, neredeyse hiç bir şeyin felsefesini yapmadan, keyifle yaşayan birisi için inanılmayacak bir teklif oldu Girit yazarı olmak...
Öyle ki, beni, 20 sene sonra, bu sene paskalya öncesi 20 senedir gitmediğim, ancak hayallerimde her daim taze kalan lavanta kokulu adaya götürecek kadar inanılmaz ve baştan çıkarıcı bir teklif.
Girit elbette 20 sene önceki Girit değil. Hala keyifbaz ama farklı. Hayat değişirken yerlerin çehreleri de değişiyor kaçınılmaz biçimde. Avrupa’nın birçok yeri gibi orası da İtalyan mutfağının işgal ettiği bir yer olmuş artık. Hanya’daki bir iki eski usul taverna dışında gerek Retimno, gerekse Kandiya da kime sorsam “bizim otlar, yemekler nerede…” diye, hep aynı cevabı aldım... Gençler, pek öyle geleneksel yemekleri yemiyorlarmış. Alamünit bir şeyler istiyorlar çoğu kez. Bayramlar dışında başka kimsenin de pek aradığı, sorduğu yokmuş eski yemekleri ya da sofra adetlerini.

  


İşte o zaman anladım ki hiç bir tesadüf boşuna değil. Eğer Girit, Girit de bile yok olmaya yüz tuttuysa, kolları sıvamalı. Kolalı beyaz örtüleri, yemek tanrısının da yardımıyla yeniden çıkarmalı dolaplardan. O mis kokulu örtüleri yeniden sermeli ferah sofralara ve bu bahsi yeniden açmalı... Yeniden yazıyla, sözle çağırmalı yemek tanrısını hayatlarımıza... Bize gündelik hayatımız içinde yürek ferahlığı, yaşam sevinci getirsin diye...
Ben anneannemden biliyorum, Anadolu’ya Yunanistan anakarasından ya da Balkanlar’dan gelen diğer göçmenlere kıyasla, Giritliler kendi otantik kimliklerini taşımayı en çok sürdüren grup oldu. Diğer göçmenler daha hızlı “buralı” olurken, Giritliler hep bir parça “oralı” kaldılar. Vazgeçmediler, taviz vermediler kendi inançlarından ve yaşam biçimlerinden. Buralılarla evlendiklerinde bile, onları biraz “oralı” yaptılar. Bir ailede Giritli varsa, anlarsınız… Bir Giritli yeter hakikaten bütün bir sülalenin kaderini değiştirmeye.
Girit’in diğer adalardan farklı bir konuma sahip olması, elbette kendine has bir kimliğin oluşumunda önemli bir rol oynuyor. Girit bir yandan Minos uygarlığının merkezi olmaktan gelen köklü bir gelenekten beslendiği gibi, diğer yandan da Osmanlı için önemli bir ada olmaklığıyla hiç de sıradan bir kara parçası değil. O yüzden bu kültürel birikim, adayla bir türlü ilintisi olan insanlara doğal olarak yansıyor belli ki. Bu bileşimle birlikte oluşan eski ve derin kültürün izlerini silmek çok kolay değil insanlarının üzerinden.
Hemen her ada halkı gibi Giritliler de oldukça muhafazakârlar. Dini bir muhafazakârlık değil bu buralarda alıştığımız gibi. Aksine dini muhafazakârlığı dışlayan, ancak ondan daha koyu, değerler üzerine kurulmuş bir kapalılık hali. Kültürel bir muhafazakârlık, öyle ki kendinden başka kimseyi beğenmemeye kadar işi götüren bir inatçılık hali…



Kendine has değer yargıları ve Nuh deyince peygamber demeyecek derecede bu değerlere saplantılı bir yasam anlayışı sunar adalı olmak insana, hele Giritli olmak. Anakaradan uzak olmak, olanakların uçsuz bucaksız bir deniz içinde küçük bir toprak parçası ile sınırlı olması aslında sadece Giritlileri değil, tüm ada halklarını bir parça dış etkilere kapalı kılar. Adalı olmak, “kendi yağında kavrulmayı”, kendine yeterli bir yaşam biçimini benimsemeyi bir bakıma dayatır zira.
Ancak Giritliler, Zeus ve Evropa'nın efsanevi oğlu olduğunu kabul ettikleri kral Minos’un Girit Krallığını deniz tanrısı Poseidon'un yardımıyla ele geçirmesinden bugüne kendilerine has bu yaşam biçimine sadece zorunluluktan değil, belki de biraz “dik kafalılıklarından” da sıkı sıkıya sarılırlar.
Zira kolay değildir Giritli olmak da, Girit’e sahip olmak da... Mitolojik bir halk oldukları sanılan Minoslular'dan sonra adaya önce Dorlar yerleşir. Sonra Atinalılar, Helenler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar ve Venedikliler yurt tutar buraları tarihler boyunca. Hepsi de çok kan akıtmıştır doğruyu söylemek gerekirse. Osmanlılar ise 1645'te başlayan savaşlarla, adayı Venedikliler'den tam 24 yılda alabilmişlerdir. Ama iki buçuk yüz yıl ve 10-15 kuşak boyunca da orada yaşamışlardır. Bugün halen izleri binaların üzerinde, günlük tabirlerde, halkın dimağında capcanlı durur. Adada doğan, oraya gömülen, ataları oralara ait olan, evini, toprağını orası bilen yüz binlerce Müslüman Giritli geçmiştir adadan.
İster 'suyun öte yanında', ister bu yanında olsun, Girit’e ruhu değmiş herkes kendisini önce “Giritli” olarak tanımlar. Giritli olmak adeta sessiz bir sözleşme gibidir. 1923'te Yunanistan ve Türkiye arasında imzalanan mübadele anlaşmasıyla buraya dönen adalılar, hatta onların çocukları, torunları aslında pek de bilmedikleri bir toprak parçasına tarifi zor bir duygusallıkla bağlılardır.



Neneler-dedeler uzaklaşan geminin güvertesinden son bir bakış attıkları topraklarını, belki bir daha dünya gözüyle hiç göremediler. Onların çocukları, yani benim annemler ve torunlar, yani bizler, hele hiç yaşamadığımız bu toprağın yaşam kültürünü dedelerimizin-nenelerimizin belleklerinden kalp-lerimize nakşettik. Onların anılarından, bizim dilimize gelen öyküler, sofralarda, yemeklerde, adetlerde bugünlere kadar dipdiri kaldı.
Birçok tarihi belgeden de anlıyoruz ki, tarihin her döneminde Giritliler kendilerini, Rum olsun, Türk olsun; Yunanlılardan ve Türklerden ayrı görürler. Bu adaya özgü bir durumdur. Giritlilik adıyla dillendirilen kendilerine özgü bir kimlik geliştirmişlerdir adeta. Ne Rum, ne Yunan ne Türk’tür onlar; sadece Giritlidir.
Tüm Giritliler birbirlerini önce konuşurken korkusuzca karşılarındakinin gözlerinin içine bakan gözlerden, hangi rol ve kostüme bürünmüş olursa olsun kendi vücutlarını gururla taşıyan dik duruşlarından tanırlar. Bana bir insanı on metre öteden gösterin daha yaklaşırken size yürüyüşünden Giritli olup olmadığını söyleyebilirim.
Mübadele öncesine kadar adadaki Osmanlı Türklerinin pek çoğu Türkçe bilmezmiş. Giritli Türkler Anadolu'ya ayak bastığında da Türkçe bilen parmakla gösterilirmiş. Öte yandan da adada konuşulan yerel dil de Yunanca’dan çok ayrıdır. Girit’te ve Girit’ten Anadolu’ya gelenler arasında kendine özgü bir iletişim biçimi vardır. Kendi aralarında Yarı Yunanca-yarı Türkçe, konunun ehemmiyetine göre “kanal değiştirerek, ama her zaman uzun uzun ve tatlı tatlı konuşurlar, hep bir parça Rumca'ya çalan bir şiveyle…
'Giritli olmanın' salt Müslüman veya Hıristiyan olmayı ya da Rum veya Türk olmayı içermediğini biliriz hepimiz. Dinin ve dilin çok ötesinde bir kültürü ve aidiyet duygusunu barındırdığını ise yaşayarak öğreniriz.
Giritliler, kimliklerini oluşturan kültürün en baş taşıyıcı unsuru olan yaşam coşkularını, hayat anlayışlarını, sofra adetlerini ve yeme-içme alışkanlıklarını gittikleri her yere beraberlerinde götürürler. Sadece mübadeleyle suyun öte yanından bu yakaya değil, buralarda da bir Giritli bir apartmana, hatta bir mahalleye taşınsın hemen anlarsınız.


Bu sebepledir ki, Giritli ailelerde yaşam yolculuğunun her dönemeci çok önemlidir. Doğumlar, düğünler… Ölümler, yaslar… Giritli adetlerle kutlanır ve kutsanır. Girit yaşam ve yemek kültürü, doğum, düğün ve ölüme ilişkin geleneklerden de hareketle ailelerde kuşaktan kuşağa aktarılır. Bu aktarım sadece belgeler ya da bilgiler yoluyla olmaz elbette. Asıl belgeden, bilgiden daha çok Girit ruhu mutfak ve yaşam kültürünü taşıyan yemekler, lezzetler, kokular, sırlar ve mucizelerle el değiştirir.
Girit’te her gün, her an son derece önemli ve törenseldir. Her an Girit yaşam kültürünün yaratıcısı ve taşıyıcısıdır çünkü. Sadece kendiniz için değil başkaları için de, hatta ölüleriniz ve doğmamış çocuklarınız için de yaşarsınız. Bilirsiniz ki siz Giritlisinizdir, bu dünyanın aydınlık, neşeli, coşkulu yüzüsünüzdür. Toprak ananın bereketli, İsa’nın şifalı ellerisinizdir. Her daim kahkahalarınızın şenlendireceği ıssız bir ruh, yemeklerinizin şifa olacağı çorak bir yürek, öykülerinizin sarıp sarmalayacağı yalnız vücutlar vardır bir yerlerde… Ve sevgi, coşku ancak verdikçe çoğalır.
Yine lafı uzattım biliyorum… Girit’ten açılınca söz bitmez. Bu da yine Giritlilere özgü bir şey, biz bayılırız hikâye anlatmaya… “Tüm yaşam”, çünkü inanırız ki, “atomlardan değil öykülerden maluldür.” Ölüler Kitabı’nın yazarı meşhur şair Muriel Rukeyser’in dediği gibi…
İşte tüm bunları yazayım istiyorum şimdi kitabımda. Sizlerle de istedim ki buradan paylaşayım...
İyi yazlar dilerim efendim… Haydi, çıkarın kolalı beyaz örtüleri çekmecelerden… Yaz geldi doğa çıldırdı... Her şey bereketle fışkırdı her taraftan... Karınca, kararınca ama her zaman sevgiyle pişireceğiniz güzel yemeklerin paylaşılacağı ferah sofralarınız olsun…


Jasmin KAYRA
24.06.2011

http://www.izmirizmir.net/jasmin-kayra-yeniden-girit-y1925.html

Lavanta Kokulu Kadınlar - Jasmin Kayra


Lavanta Kokulu Kadınlar - Jasmin Kayra

21 Ekim 2011 Cuma, 12:47 tarihinde tarafından eklendi
İlk gençlik yıllarıma, biraz büyüyüp başka evlere misafir olana kadar, her yerde bizim ailemizdeki gibi lavanta kokulu çarşafları olan; sıcak yaz günlerinde balkonda, diğer zamanlarda salonda baş köşede duran, porselen dışında hiçbir tabağın sofraya konam
Lezzet Ustalığı


Giritliler, tarih kitaplarına ve dönem romanlarına bakıldığında çok cesur ve gururlu insanlar olarak tanınırlar. Günümüzde içinde yaşadığımız toplumda biraz dikkat ederseniz, Giritlilerin, medeni cesaretleri, korkusuzlukları yanı sıra, kadınlarının ve erkeklerinin ortalamanın üzerindeki uzun boyları, ince fizyonomileri, uzun boyunlarının üzerinde her zaman dik duran başları, düzgün konuşmaları ve yaşam keyifleriyle kendilerini hemen belli ettiklerini görebilirsiniz . Giritliler öncelikle yaşamdan zevk almasını bilen, yaşamı günlük ritüelleriyle bir şölene ve törene çeviren, kendilerine has bir yaşam felsefesi olan insanlar. Sadece çarşaflarımız değil hayatlarımız da “lavanta” kokar.. sadece ekmeklerimizin, yemeklerimizin değil yaşamlarımızın da bir “aroması” ,” lezzeti” vardır.. Ve biz bu lezzeti yaratmak kadar paylaşmaktan, bu lezzetin ustası olmaktan da besleniriz.


Şimdi düşünüyorum da yaşam bizler için çok basit ama bir o kadar da önemli... Gündelik hayatlarımızda küçük şeyler yaşamı yaşanmaya değer kılıyor.. Sabah kullandığımız havlunun yumuşaklığı, çekmeceden dışarı çıkan lavanta kokusu,keten kahvaltı peçetesinin kenarındaki antika iş.. Hayatımızda bu küçük şeyler sabahtan başlıyor, sihrini tüm güne bulaştırarak, biz tekrar uyuyana kadar, gün boyunca,hatta ömür boyunca devam ediyor.. Etrafınızda Giritliler varsa bu dediğime dikkat edin, ne çok detayla uğraşır ve bundan mutlu olurlar.


Yaşamla Flört

Kadın olmak ve tabi ki erkek olmak büyük incelik. Giritlilerin dünyasında her daim, yaşamın her mevsiminde sadece birbirimizle değil, yaşamın kendisiyle de flört edilir.. Güzel konuşulur, incelik, özen gösterilir, iltifat edilir ve iltifatlar zerafetle kabul edilir..Anneannemin yaşamının son günlerinde hastalıktan kıvranırken bile, sadece hastabakıcıları, doktolarıyla değil, artık sebzelerini eve getirtmek durumunda olduğu için, telefonda manavı Mehmet Efendiyle sebzeler üzerindeki sohbetlerinde ne çok iltifat ne çok güzel söz gizli olduğunu duyabilmenizi, son zamanlarında her dışarı çıkabildiğinde uğradığı kuaförü Üstün Bey’le nasıl flört ettiğini görebilmenizi çok isterdim.


Bizim yaşamımızda herşeyin, ama herşeyin, günlük hayatımızın, evimizin, evimizdeki eşyalarımızın, günlük, küçük ritüellerimizin, en basit detayların bile bir öyküsü vardır.


Biz bu öyküleri yaratmaktan, anlatmaktan, dinlemekten, paylaşmaktan büyük zevk alırız. Birbirimize anlatmak için öyküler biriktirir ve öykülerimizi en güzel tasvirleri bulmaya, en doğru kelimeleri seçmeye çalışarak, tadını çıkararak, hakkını vererek uzun uzun anlatırız. Bu öyküler kimi zaman abartılar veya inanılması güç sihirler de içerebilir elbet.. Ama hepsi “gerçektir” veya biz onları kendimiz bir yolunu bulup gerçek kılarız. Bazen "yaşamı bile, aslında, öykülerini anlatma için mi yaşıyoruz ne?" diye düşünmeden edemiyorum.


Yemek Yaşamak İçindir


Kimi evlerde yemek sadece yaşamak için yenilir, bizim evlerimizde ise neredeyse yemekler için yaşanır, çünkü yemek sofrası, menünün oluşturulması ve alışverişin yapılmasından başlamak suretiyle sadece karınların doyduğu değil, yaşamın da doyurulduğu yerdir. Herşeyden önce bizler için yemek pişirmek kadın olmanın gereği, büyük zevk ve maharettir. Yemekten, sofradan zevk almanın, iyi yemeği takdir etmenin medeni bir “insan” olmanın önemli bir gereği olduğu gibi...

Giritliler bu konudaki değerlendirmelerinde çok da pratiklerdir aslında. Örneğin terbiyeli marathaya burun kıvıran, kuzu etiyle pişen kerevizin kokusunu ağır bulan, sakızlı muhallebiyi yeterince takdir edemeyen, içbaklayı nasıl yiyeceğini bilmeyen, favayı tanımayan birisi Giritli bir aileye giremez. Bizim için yemek pişirmeyi bilmeyen ve iyi yemek pişiremeyen öncelikle “kadın” olamaz. “Yemek pişiremiyorum, hiç vaktim olmuyor...” gibi bir yakınma hemen sahibini bir kadın olarak, bizce, bir daha ağzıyla kuş tutsa hiç çıkamayacağı bir kategoriye yerleştirecektir. Çünkü zamansızlık mazeretinin aksine bizim evlerimizde sadece yemek pişirmek değil “iyi yemek pişirmek”, ister doktor, profesör, ceo veya bakan olalım, bir kadının en önemli ve birincil görevidir... Aynen profesyonel ve sosyal yaşamda ödül üzerine ödüller alınsa da, dolma pişirirken pirinçleri lapalaştırmanın, hele hele dolmanın dışına taşırmanın en büyük kabahat olması gibi... Aile geleneklerimizde hiçbir kadın yemek pişirmeyi, sofra kurmayı, servis yapmayı bir ‘angarya’ olarak görmez, aceleye getirmez veya boşvermez, ayrıca elbette hiçbir kadın pirinçleri dolmanın dışına taşırmaz..


Giritliler tarihleri boyunca yemek masasına hiçbir zaman tek başına oturmamışlar, çünkü bizler için sofra herzaman kültürel bir ortam ve sıcak bir paylaşımın alanıdır. Yaşamlarımızda sofrayı sofra yapan oldukça önemli kurallar vardır. Bunlar aslında göstermelik bir sofranın değil, yaşamın da kurallarıdır ve günlük yaşamı nasıl zenginleştirebileceğimizi, sihirli kılabileceğimizi tarif eder. Nasıl yemek yapamayan ve pişirdiği yemeği büyük bir yaşam hüneriyle ailesine, dostlarına, misafirlerine sunup, onlarla sofrada yemeğin ve sohbetin tadını çıkaramayan kadın kadın değilse, aynı şekilde yemeği takdir etmeyen, hatta yeterince edemeyen, sofradan zevk almayan, sofra sohbetini bilip, sofranın kültürüyle beslenmeyen, tabağı biter bitmez sofradan fırlayan bir erkek de centilmen bir “erkek”, anneannemin deyimiyle “haza beyefendi” olarak kabul edilemez. Ataları dikbaşlı bir topluluk olarak tanınan Giritliler erkeklerinin, ne kadar dikbaşlı olursa olsun, sofrada bir centilmen olmalarını beklerler. Bu böyle olmadığı sürece sofradaki görgü eksikliği yaşam bilgisi ve görgüsünün eksikliğine dair başka önyargıları da tetikleyeceği gibi, her lafın arasına iki üç tane Giritçe kelime sıkıştırmaya bayılan ailedeki özellikle eski kuşak Giritlilerce, kendi münasip lisanlarıyla anlatılacak hikayelere dönüşecektir. Bana inanın, artık adamcağızın çorabının rengine, yatakta ne giydiğine kadar uzayıp gidecek ve girdiği tüm cemiyetlerde arkasından dolanıp duracaktır.


Esiri Olmadığınız Sürece Gelenek İyidir


Bizim evlerimizde sofra her zaman, yemek çarçabuk yenecek bile olsa, kolalı beyaz yemek örtüleri, peçeteleri ve beyaz porselen yemek tabakları kullanılarak özenle kurulur. Masaya bazen sadece bahçeden koparılış birkaç dal papatya veya mutfaktaki taze nanelerden ibaret olan basit taze çiçekler konur ve yemekler her zaman servis tabaklarında sofraya gelir. Hiçbir Giritliye “canım zahmet etme..ben yabancı değilim o beyaz örtüyü ziyan etme.. tenceresiyle yemeği getiriver..” sözlerini anlatamazsınız. Böyle söylerseniz sizi hafif küçümseyerek ve bu işleri hiç anlamadığınızı, öyleyse yaşamdan da anlamayacağınıza hemen karar vermiş olarak, sizi hiç duymamış gibi davranacaktır. Aile içinde, misafir olmayan sofralarda bile yemeğe aynada yüzüne şöyle bir bakıp, saçlarını düzeltip, üstüne çekidüzen vererek oturulur. Yemekte tartışılmaz, kötü söz söylenmez.. Aksine dertler yemek sonrasına ertelenir ve o an yemeklerin tadı çıkarılır.
Şimdi masadaki cacıktan, zeytinyağlılara kadar, ekmeğin kabuğunun çıtırlığından, kompostonun kokusuna kadar tüm gastronomik detayları konuşmanın zamanıdır. Yemeklerin ve sofranın sihriyle bir süre sonra kederler unutulur, bulutlar dağılır, sofradan şen kahkahalar yükselir. Giritliler için karamsarlığa hiç gerek yoktur, herşeyin bir çözümü mutlaka vardır ve elbette bir çaresine bakılacak, dertler çözülecektir... Giritliler her fırsatı bir eğlence ve şölene dönüştürmekte çok ustadırlar öyle ki ..yaşamın bir parçası olan ölmüşlerimizi bile biz “allah rahmet eylesin” diye değil”, “kulakları çınlasın” diye neşeyle anarız, kimi zaman şaraplarımızın ilk birkaç yudumunu toprağa, onlar için dökeriz çünkü ölmüşlerin de şarapta ve güzel sofralarımızda hakkı olduğunu düşünürüz.


Girit Mutfağı Sadeliğin Şiiridir


Girit mutfağının dünyaca meşhur olduğunu artık herkes biliyor. Harvard Üniversitesinin Halk Sağlığı kürsüsünde bu mutfak özel bir çalışma alanı olarak bilim adamlarınca inceleniyor ve daha birçok kaynakta Girit Mutfağı sözkonusu olduğunda aktarılacak elbette oldukca çok bilgi var. Ancak fazla akademik derinliklere girmeden, çevremizde yaşayan Giritlilerin, benim anneannemin, teyzemin, annemin, onların teyzelerinin ve şimdi de kendi evimdeki yaşama bakarak Girit mutfağının sadece Akdeniz’in değil belki de dünyanın en basit, en sade ve en temel mutfağı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Biz, küreselleşme ve gelişmiş tarım, seracılık yöntemleriyle herşeyin her mevsimde üretildiği, bulunduğu ve artık mevsimlerin takip edilmesinin zor olduğu bu yiyecek, içecek zenginliğine rağmen hala herşeyin mevsimini biliriz ve insanlık tarihinin en başlarından beri zaten doğada varolan hemen herşeyi, tahıl, ot, sebze ve meyveleri, her zaman yla, büyük özen göstererek kendi mevsiminde pişirir ve servis ederiz. Asla katkı maddesi, hazır paket gıda, margarin, tereyağı dışında başka hayvansal yağ veya tohum yağı kullanmayız. Kızartmalarımızı bile zeytinyağıyla yaparız. Sebzelerimizi etsiz, öldürmeden az pişirir, otlarımızı renklerini hiç sarartmadan yemyeşil haşlarız. Zeytinyağlı yemek olmadan sofraya oturmayız ve de yemeğin üzerine bir parça beyaz peynirle miğdemizi bastırıp, sohbetimizi koyulaştıran bol köpüklü güzel bir kahve içmeden sofradan kalkmayız.


Giritli Kadınlar Lavanta Kokulu Kadınlardır


Zeytinyağlılar, otlar ve yemekler faslına bu kez hiç girmedim çünkü kökleri Girit’e uzanan birisine yemek dediğiniz zaman, üstüne sızma zeytinyağı, taze kekik, domates ve beyaz peynir konmuş evde yapılmış peksimetten başlayıp, marathaya kadar giden çok uzun bir yola giriyorsunuz demektir.. Bu yol yaşamın yoludur ve yaşam kadar sürekli, uzun ve sonsuzdur..

Giritli kadınlar lavanta kokulu kadınlardır.. Sadece çarşafları, saçları değil yaşamları, öyküleri de lavanta kokar.. Hayata öyküleriyle, cilvelilikleriyle, kahkahalarıyla ve yemekleriyle lavanta kokusu bulaştırmakta maharetlidirler.. Bu koku bir kez bir yerden bir yaşama bulaştı mı kolay kolay çıkmaz.. Kuşaktan kuşağa bir yolunu bulur geçer.. Başkalarının yaşamlarına da bulaşır. Yaşamı sihirli kılan aslında biraz da bu lavanta kokusu değil midir? Düşünüyorum da, neden olmasın...

Jasmin Kayra

Not: Lavanta hem canlandırıcı hem de rahatlatıcı bir etkiye sahiptir. Hem enerji verir, hem de gevşeterek zihinsel ve fiziksel stresi yok eder. Kokusu uyarıcıdır, hisleri keskinleştirir, libidoyu yükseltir. Tüm bu özellikleriyle lavanta aromaterapatik olarak yaşamla güçlü bir bağ kurmaya yardımcı olur.

http://www.izmirizmir.net/bilesenler/koseyazilari/yazi.php?yazi_no=205

19 Ekim 2011 Çarşamba

♥♥♥ Çocuktum ♥♥♥




♥♥♥ Çocuktum...
Hep kardan adamlar süslerdi düşlerimi...
Büyüdüm...
Hep kandan adamlar oydular yüreğimi...
Çocuktum...
...Hep ölümsüz aşkları okurdum masallarda...
Büyüdüm...
Ne aşklar satıldı o körkütük masalarda...
Çocuktum...
Şerefti itibardı bütün kapıları açan anahtar...
Büyüdüm...
Hiçbir güç tanımadım para kadar...
Çocuktum...
Saçlarından yakalardım ümitleri...
Büyüdüm...
Ezberledim bütün ihanetleri...
Çocuktum...
Yaşam bir yağmur gibi düşerdi avuçlarıma...
Büyüdüm...
Şimdi hep çocukluğum geliyor aklıma...
Sakın sen büyüme çocuk ♥♥♥

Her rüzgâr savuracak bir toz bulur

 
Her rüzgâr savuracak bir toz bulur

Her rüzgâr savuracak bir toz bulur. Her hayal yaşanacak
bir can bulur… Her düş gerçekleşecek bir umut bulur…
Kolay bulunmayan tek şey güzel bir dostluktur…

Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik… Ama
basit bir sanatı unuttuk…
İNSAN gibi yaşamayı biliyor muyuz?




Zengin; çok mala sahip olana denmez, zengin kalbi
olana denir. Kalp zenginliğinden mahrum olan kimse,
ne kadar geniş servete sahip olursa olsun yine fakirdir.
Tamamı ve hırsı sebebiyle de halk nazarında hakirdir.
Kalbi zengin olan kimse de ne kadar fakir olsa
herkesin nazarında muhteremdir

Paylaşacak dostlarınız yoksa iyi şeylere

sahip olmanın bir zevki yoktur

Dost dediğin, sevilecek biri olmadığı zamanlarda
bile seni sevmeli.

Sarılacak biri olmadığı zamanlarda bile sana sarılmalı,
dayanılmaz olduğun zamanlarda bile sana dayanmalı,

Dost dediğin fanatik olmalı,
bütün dünya seni üzdüğünde bile sana moral vermeli,

Güzel haberler aldığında seninle dans etmeli

Ve ağladığında seninle ağlamalı, Ama hepsinden daha çok,
dost matamatiksel olmalı!

Sevinci çarpmalı,

Üzüntüyü bölmeli,

Geçmişi çıkartmalı,

Yarını toplamalı…

Kalbinin derinliklerindeki ihtiyacı hesaplamalı
Ve her zaman bütün parçalardan daha büyük olmalı...

2 Ekim 2011 Pazar

Giritliye kız ver kız alma neden denmiş

Girit erkeği, kadını kendisiyle eşit görür, eşit davranır” : “Söz hakkı verir. Kaba kuvvet ve şiddet genlerinde yoktur. Bu nedenle böyle biriyle eş olan kadın, rahat eder ve insanlığını yaşar.
Ama bu kültüre uzak olan aileler, kadını ikinci sınıf sayan, söz hakkı vermeyen ve buna rağmen şiddeti de uygulayanlar, eğer Girit kızı alırlarsa söz geçiremezler, bu tarzı ona kabul ettiremezler. Onların gözünde Girit kızı asidir

GİRİT_Hanya antik dönem

Hanya antik dönem Yazdır E-Posta
Yazının henüz icat edilmediği, veya yazılı kayıtların olduğu fakat henüz deşifre edilip değerlendirilememiş dönemlere ait adanın uzak geçmişteki tarihi antik dönemin mitolojisiyle korunmuştur. Antik kaynaklar, içlerinden en önemlileri Mora Adası’nın karşısındaki Kidonia, Asya’ya doğru olan adanın merkezindeki Knosos ve güney denize yakın Festos olan pek çok antik kentin kurucusu olarak Zeus ve peri Avrupa’nın oğlu, Girit’in en eski kralı Minos’u görmektedirler. Kuzey Hanya düzlüklerinde ve mağaralarında faaliyetler olduğu dışında vilayetin Neolitik dönemi (M.Ö. 6100-3500/2900) hakkında pek birşey bilinmiyor ama birçok kent ve mezar kalıntılarıyla Minos dönemi (M.Ö. 2800-1200) bütün Batı Girit’ te görülebilmektedir.
Varipetru Dempla’daki belde şimdiye kadar araştırılmış en eski beldedir, ve Minos Dönemi’nde Suda’nın dışında Nerokoru’da bulunan bu belde gelişmektedir. Fakat alan ve süreklilik açısından Batı Girit’in en önemli antik beldesi ku-do-ni-ja (Kidonia) bugünkü Hanya Şehrinin altındaki Kasteliu tepesinde tespit edilmiştir. Kazılarda önemli ve eşsiz mimari kalıntılar ve Hanya Arkeoloji Müzesinde sergilenen taşınabilir buluntular ortaya çıkmıştır.
Vilayet ayrıca Minos Dönemi’nin son yıllarına ait, örneğin Maleme, Filaki (hapishane), ve Stilos’taki, mezarlarla doludur.
M.Ö. 1100 civarlarında Argos kralı Kissos’un oğlu Altemenis önderliğinde bir Dor grubu büyük bir ihtimalle Batı Girit’e gelmiş oraya yerleşmiş ve oradan da Rodos’ a doğru devam etmiş.
Girit Dor’a dönüşmektedir ve vilayette kent devletlerinin kurulduğu ‘Helen’ (Yunan) tarihsel dönemi başlamaktadır. Kidonia bugünkü Hanya bölgesinin en önemli kentidir. M.Ö. 524’te Samoslular tarafından işgal edilmiş, M.Ö. 519’da da Eyinalıların eline geçmiştir. Politik, askeri ve ekonomik yönden en güçlü kent ve güney ve Suda körfezinin altında bulunan komşu Aptera, Kisamos’un güneyindeki Polirrinya ve batı kıyıdaki Falasarna gibi diğer kentlerle sürekli bir kavga içinde olmuştur. Tehdit altında olmadıkça ikiye bölünmüş olan büyük kentler, dış tehlike bütün adanın özgürlüğü için tehlike oluşturduğunda tek bir yumrukta birleşmişlerdir.
Böylece M.Ö. 74’te Hanya Körfezi’nin açıklarından adayı istila etmeye çalışan Roma donanmasını yenmeyi başarmışlardır.
Ancak bu onları uzun zaman sevindirecek bir zafer değildi....
http://www.chaniacrete.gr/tr/index.php?option=com_content&task=view&id=17&Itemid=32

*Girit Madinadesleri Neyi Şöyler?



    Girit halkının mani geleneği, ada tarihinin derinliklerinden süzülerek gelir. Binlerce yıldır Girit adasında yaşamış olan insanların acılarını, sevinçlerini, umutlarını, umutsuzluklarını, geleneklerini, dünya görüşlerini, yaşam biçimlerini günümüze dek kulaktan kulağa söylene gelen manilerde buluruz. Bu gün ister Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ister Yunanistan vatandaşı olsun Giritli Giritlidir ve Giritli olmakla da övünür. Bu yüzden üretilen madinadeslerin çoğu bunu anlatır.

    Herome poy ime Kiritika, keo’pu statho to leo
    Me mandinda    trağudo, me mandinada kleo
    Giritli olmaktan daima gurur duyarım
    Nerde imkân bulsam durup bunu yayarım
    Manilerle coşarken manilerle ağlarım
    Kriti ! Ya panda sti kardia !
    İse i patrida mu i gliyka
    Girit ! hep kalbimdesin
    Tatlı memleketimsin
1923 Lozan anlaşmasıyla birlikte başlayan mübadele yılları Girit halkının yaşadığı en zor yıllar oldu. Anadolu’dan Girit’e yaklaşık 32000, Girit’ten Anadolu’ya da 23000 e yakın insan yaşadığı topraklardan koparıldı. Ne Girit’ten gelenler, ne de Girit’e gidenler uzun yıllar mutlu olamadı ve yaşamları alt üst oldu. Girit’ten gelen ve Ayvalık Cunda Adasına yerleştirilen Giritlilerin söylediği mani bu gerçeğin altını çizer.
    Ane rotas Kemal Paşa, i Cundan isti Kriti pos pernusan
    Rodiço katarizunda, çe ci  Vruves pulusan
        Çane rotas Kemal Paşa, i  Kritiçi sti Cunda pos pernune ?
        Çi Vruves katarizune, ce ta rodiça pulune.
   Olurda merak edip sorarsan Kemal Paşa
   “Cundalılar Girit’te nasıl yaşıyor” diye 
   Turp otu ayıklayıp radika satıyorlar.
Mani bir başka gerçeğinde altını daha çizmektedir. Giritlilerin ota olan düşkünlüğünü hemen herkes bilir. Adalarda ekilebilir arazinin azlığı, ada halkını zorunlu olarak dağlarda yetişen yenebilir ot arayışına yönlendirir. Bu gün Girit’te 1200 den fazla yenebilir ot (horta) çeşidinden söz edilmektedir. Bununla birlikte alabildiğine uzanan zeytin ve narenciye ağaçları Girit adasının beslenme kültürünün temelini oluşturur. Girit’in zeytinyağlı ot yemekleri, her yıl Akdeniz yemekleri yarışmasında ödül almaktadır. Zeytini konu alan bir manide Resmo kentinin zeytinleri övülür.
   Hanya meti halepa su, Rethemno meç e eliyes u
   Kasro meta beden’ya su çe me çi kopelye su
   Hanya’nın halepası Resmo’nun zeytinleri 
   Kasro’nun bedenleri ve masum güzelleri
    Hemen her konuda yazılmış bir Girit manisi vardır. Ada halkı,  günlük yaşamdaki davranışları hakkında yüzlerce mani üretmiştir. Düğünlerde, kahvehanelerde, alanlarda, bir araya toplanılan her yerde karşılıklı maniler söyler. Giritlilerin, bu sevecen, bu hoşgörülü, bu demokrat ve neşeli davranışlarının ardında ada tarihi yatmaktadır. M.Ö 1700 lerde efsane Kral Minos  (mutluluk)’ tan günümüze dek Girit mutluluklar adası olarak anılır. Girit adasında yapılan çeşitli kazılar da elde edilen bulgulara göre ada tarihi M.Ö 2000 li yıllara dayanmaktadır Antik adı Knossos olan Girit adası, M.Ö 1700 lerde Kral Minos tan dolayı Minoyen adını alır. M.Ö 1200 lerde Minos’u yenen Akhalar adada egemenliklerini ilan eder. M.S 1200 lerde Venedikliler yerleşir. 1600 lerin sonunda da Osmanlı egemenliğine giren ada mübadeleye kadar üzerinde yaşayan tüm uygarlıklarla tenron bir mozaik oluşturur. İster Venedik kökenli, ister Rum, ister Osmanlı kökenli olsun ada halkı Giritli olma özelliğinde buluşur. Giritli,  bu buluşmayı manilerle dile getirir 
İtan tis miras mas grafto, emeis na  gnoristume
Na mirastume tus kaymus, tus ponus mas na pume
Anlımıza yazılmış bizim tanış olmamız
Dertleri paylaşmamız, acıları sormamız
O idyos Theo’s ma sepepse Turkaça çe Rumya ça 
Yafto prepi na agapistusame, San imzstone aderfaça
Aynı tanrı gönderdi bizleri, Türkçükler ve Rumcuklar
Ondan sevişmeliyiz sanki kardeşmiş iz’cesine
    Manilerin anlattığı gibi, kadınıyla, erkeğiyle Girit barışçı ve hoşgörülü insanların yurdudur. Kral Minos’tan bu yana Girit kadını özgür, şen şakrak ve sevecendir.  Mitolojiye göre Minoyen uygarlığına egemen olan dişil tanrısallık iki tanrıça ile temsil edilir. Verimlilik ve bakire savaşçı tanrıçalar. Verimlilik tanrıçasının kültü yılan ve aydır. İkisi de yeniden üretimi simgeler biri kabuk değiştirerek, diğeri her gün yeniden doğarak. Girit kadının güçlü, kararlı ve üretken oluşu buna bağlanır. Girit kadını sadece eşi ölünce siyah giyer. Çalışkandır. Tarla dönüşü eşek önde Giritli kadın arkadan gelir hayvanın gübresini toplayıp limona verir ve oğluna şu maniyle seslenir.
o limonaçi toa aguro
Kripseto na mirisi
Çe ti yitonopulasu
Filise ças manisi
Ovuştur ham limonu
Kokusu çıkıversin
Öp komşunun kızını 
Varsın az kızıversin
Girit erkeği de kadınına saygılıdır. Onu sever ve sayar. Sert mizaçlıdır. Mahallenin delikanlısıdır. Palikari ve Levendizdir. Girit tarihi boyunca çetecilere karşı caydırıcı tavır içinde olmak zorunda kaldığından bıçkındır. Bu tavrı kılık kıyafetine yansır. Belinde kırmızı kuşak, yelek, açık yaka, yumurta topuk ve elde tespih dolaşır ve geceleri sarhoş olup nara atar. Belindeki kuşakta daima bıçak taşır. Mendilsiz dolaşmaz, yemek yerken mendil omuza atılır. Kulağına ya kırmızı bir karanfil ya fesleğen veya kuşdili takar. Girit erkeği kız istemeye giderken yolda bıçağı ile sohbet eder.
A de mas tine dosune Maşera’mu meğali,
Anathema ti mesimu pu ta se ksanavali
Vermezlerse kızı bize koca bıçağım
Seni tekrar belimdeki kuşağa koyacağım
Ve lanetler okuyacağım
Sevdiğine kavuşamayan Giritli erkek de şu maniyi söyler.
    Vasiliko ç’arizmari den vano blyo st’afti’mu
    Yati mu ti me pirane tin ağapitikimu
    Ne fesleğen, ne kuşdili takmam kulağıma gayrı
    Aldılar çünkü benden biricik sevdiğimi  
  Girit erkeği sert mizacına rağmen sevdalıdır. Kadın karşısında daima saygılı ve naziktir.
    Sa di ne dis ti kopelya
    Çe pesi o de horevği
    Skipse çe filisetine
    Ma tutona yirevji
    Olurda dans esnasında
    Rastlarsan düşen bir kıza
    Eğil bir öpücük kondur
    Çünkü aradığı budur.
   Girit manileri, Girit insanının aynasıdır. Giritli manilerle yaşar manilerle coşar, Giritli manileri için şöyle seslenir
    I madinades thelune
    Antropo na kateşi
    Ke ğlosa na çi kelaydi
    Çe nu na ti ksetreşi
    Bizim maniler
    Bilen insan ister
    Şakıyacak dil arar
    Çözecek akıl sorar
    Girit insanı dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Girit kökenli olmakla daima övünür ve tüm dünyanın Girit gibi olmasını ister.
    Homa tha klepso ke nero , apo ton psloriti
    Na to skorpiso na yeni, olos o kosmos Kriti
    Toprak çalacağım ve su, İda dağından
    Giritleşsin tüm dünya, serpeceğim topraktan
Ve güzel Girit adasının güzel insanları için son sözü Homeros söyler;
    “açıklarda, şarap renkli denizde, bir ülke var ki, zengin olduğu kadar da güzel, dalgalar içinde yapayalnız Burası Girit’tir işte”  
http://www.dergi.havuz.de/0001-A-SUBAT-2007/cevdet-yuceer.html