Bu sene, yıllar sonra Paskalya öncesi Girit’e gittim. Dile kolay neredeyse 20 sene sonra ilk kez.
Şaka
gibi... Zaman ne hain, nasıl da çaktırmadan hızlıca akıp geçiyor.
şimdi bana neden bunca sene sonra, neden Şimdi bu yolculuğu yaptın diye
sorabilirsiniz haklı olarak.
Bunca
sene Girit’e gitmedim hakikaten. 20 sene boyunca -ki bu çok olağan
değildir bizler için, bütün Giritliler bilir ki, Girit öncelikle
duygularımızın anakarasıdır hepimizin.
Ancak
gitmedim, çünkü sözüm vardı... Karşılıklı verilmiş bir söz gibi
düşünebilirsiniz. “Ya birlikte ya da hiç” ... Ben de eski hatıralar
adına, onları yaşandıkları gibi koruyabileyim diye gitmemeliydim. Öyle
de yaptım bunca yıl.
Ben tesadüflere çok inanırım. Sevdiğim bir arkadaşım,
tesadüflerin onun tanrısı olduğunu söyler. Ben ise yaşam tanrısının
küçük oyunları gibi görürüm onları. Yaşamın, hayatı daha katlanılabilir
kılmak için durup durup karşımıza çıkardığı küçük, masum oyunlar...
Geçtiğimiz
yıl, gerçekten de birbirini tanımayan iki ayrı kanaldan Girit üzerine
bir kitap hazırlamam istendi. İşte size neşeli yaşam oyunlarından bir
tanesi daha... Baştan çıkarıcı ve inanılmaz bir tesadüftü ardarda gelen
bu iki teklif. Zira ben yazar değilim... Yazar olamayacak kadar
sıradan bir hayatın içinde, neredeyse hiç bir şeyin felsefesini
yapmadan, keyifle yaşayan birisi için inanılmayacak bir teklif oldu
Girit yazarı olmak...
Öyle ki, beni, 20
sene sonra, bu sene paskalya öncesi 20 senedir gitmediğim, ancak
hayallerimde her daim taze kalan lavanta kokulu adaya götürecek kadar
inanılmaz ve baştan çıkarıcı bir teklif.
Girit
elbette 20 sene önceki Girit değil. Hala keyifbaz ama farklı. Hayat
değişirken yerlerin çehreleri de değişiyor kaçınılmaz biçimde.
Avrupa’nın birçok yeri gibi orası da İtalyan mutfağının işgal ettiği bir
yer olmuş artık. Hanya’daki bir iki eski usul taverna dışında gerek
Retimno, gerekse Kandiya da kime sorsam “bizim otlar, yemekler nerede…”
diye, hep aynı cevabı aldım... Gençler, pek öyle geleneksel yemekleri
yemiyorlarmış. Alamünit bir şeyler istiyorlar çoğu kez. Bayramlar
dışında başka kimsenin de pek aradığı, sorduğu yokmuş eski yemekleri ya
da sofra adetlerini.
İşte o zaman anladım ki hiç bir tesadüf boşuna değil.
Eğer Girit, Girit de bile yok olmaya yüz tuttuysa, kolları sıvamalı.
Kolalı beyaz örtüleri, yemek tanrısının da yardımıyla yeniden çıkarmalı
dolaplardan. O mis kokulu örtüleri yeniden sermeli ferah sofralara ve
bu bahsi yeniden açmalı... Yeniden yazıyla, sözle çağırmalı yemek
tanrısını hayatlarımıza... Bize gündelik hayatımız içinde yürek
ferahlığı, yaşam sevinci getirsin diye...
Ben
anneannemden biliyorum, Anadolu’ya Yunanistan anakarasından ya da
Balkanlar’dan gelen diğer göçmenlere kıyasla, Giritliler kendi otantik
kimliklerini taşımayı en çok sürdüren grup oldu. Diğer göçmenler daha
hızlı “buralı” olurken, Giritliler hep bir parça “oralı” kaldılar.
Vazgeçmediler, taviz vermediler kendi inançlarından ve yaşam
biçimlerinden. Buralılarla evlendiklerinde bile, onları biraz “oralı”
yaptılar. Bir ailede Giritli varsa, anlarsınız… Bir Giritli yeter
hakikaten bütün bir sülalenin kaderini değiştirmeye.
Girit’in
diğer adalardan farklı bir konuma sahip olması, elbette kendine has
bir kimliğin oluşumunda önemli bir rol oynuyor. Girit bir yandan Minos
uygarlığının merkezi olmaktan gelen köklü bir gelenekten beslendiği
gibi, diğer yandan da Osmanlı için önemli bir ada olmaklığıyla hiç de
sıradan bir kara parçası değil. O yüzden bu kültürel birikim, adayla
bir türlü ilintisi olan insanlara doğal olarak yansıyor belli ki. Bu
bileşimle birlikte oluşan eski ve derin kültürün izlerini silmek çok
kolay değil insanlarının üzerinden.
Hemen
her ada halkı gibi Giritliler de oldukça muhafazakârlar. Dini bir
muhafazakârlık değil bu buralarda alıştığımız gibi. Aksine dini
muhafazakârlığı dışlayan, ancak ondan daha koyu, değerler üzerine
kurulmuş bir kapalılık hali. Kültürel bir muhafazakârlık, öyle ki
kendinden başka kimseyi beğenmemeye kadar işi götüren bir inatçılık
hali…
Kendine has değer yargıları ve Nuh deyince peygamber
demeyecek derecede bu değerlere saplantılı bir yasam anlayışı sunar
adalı olmak insana, hele Giritli olmak. Anakaradan uzak olmak,
olanakların uçsuz bucaksız bir deniz içinde küçük bir toprak parçası ile
sınırlı olması aslında sadece Giritlileri değil, tüm ada halklarını
bir parça dış etkilere kapalı kılar. Adalı olmak, “kendi yağında
kavrulmayı”, kendine yeterli bir yaşam biçimini benimsemeyi bir bakıma
dayatır zira.
Ancak Giritliler, Zeus ve
Evropa'nın efsanevi oğlu olduğunu kabul ettikleri kral Minos’un Girit
Krallığını deniz tanrısı Poseidon'un yardımıyla ele geçirmesinden
bugüne kendilerine has bu yaşam biçimine sadece zorunluluktan değil,
belki de biraz “dik kafalılıklarından” da sıkı sıkıya sarılırlar.
Zira
kolay değildir Giritli olmak da, Girit’e sahip olmak da... Mitolojik
bir halk oldukları sanılan Minoslular'dan sonra adaya önce Dorlar
yerleşir. Sonra Atinalılar, Helenler, Romalılar, Bizanslılar, Araplar
ve Venedikliler yurt tutar buraları tarihler boyunca. Hepsi de çok kan
akıtmıştır doğruyu söylemek gerekirse. Osmanlılar ise 1645'te başlayan
savaşlarla, adayı Venedikliler'den tam 24 yılda alabilmişlerdir. Ama
iki buçuk yüz yıl ve 10-15 kuşak boyunca da orada yaşamışlardır. Bugün
halen izleri binaların üzerinde, günlük tabirlerde, halkın dimağında
capcanlı durur. Adada doğan, oraya gömülen, ataları oralara ait olan,
evini, toprağını orası bilen yüz binlerce Müslüman Giritli geçmiştir
adadan.
İster 'suyun öte yanında', ister
bu yanında olsun, Girit’e ruhu değmiş herkes kendisini önce “Giritli”
olarak tanımlar. Giritli olmak adeta sessiz bir sözleşme gibidir.
1923'te Yunanistan ve Türkiye arasında imzalanan mübadele anlaşmasıyla
buraya dönen adalılar, hatta onların çocukları, torunları aslında pek
de bilmedikleri bir toprak parçasına tarifi zor bir duygusallıkla
bağlılardır.
Neneler-dedeler uzaklaşan geminin güvertesinden son bir
bakış attıkları topraklarını, belki bir daha dünya gözüyle hiç
göremediler. Onların çocukları, yani benim annemler ve torunlar, yani
bizler, hele hiç yaşamadığımız bu toprağın yaşam kültürünü
dedelerimizin-nenelerimizin belleklerinden kalp-lerimize nakşettik.
Onların anılarından, bizim dilimize gelen öyküler, sofralarda,
yemeklerde, adetlerde bugünlere kadar dipdiri kaldı.
Birçok
tarihi belgeden de anlıyoruz ki, tarihin her döneminde Giritliler
kendilerini, Rum olsun, Türk olsun; Yunanlılardan ve Türklerden ayrı
görürler. Bu adaya özgü bir durumdur. Giritlilik adıyla dillendirilen
kendilerine özgü bir kimlik geliştirmişlerdir adeta. Ne Rum, ne Yunan ne
Türk’tür onlar; sadece Giritlidir.
Tüm
Giritliler birbirlerini önce konuşurken korkusuzca karşılarındakinin
gözlerinin içine bakan gözlerden, hangi rol ve kostüme bürünmüş olursa
olsun kendi vücutlarını gururla taşıyan dik duruşlarından tanırlar. Bana
bir insanı on metre öteden gösterin daha yaklaşırken size yürüyüşünden
Giritli olup olmadığını söyleyebilirim.
Mübadele
öncesine kadar adadaki Osmanlı Türklerinin pek çoğu Türkçe bilmezmiş.
Giritli Türkler Anadolu'ya ayak bastığında da Türkçe bilen parmakla
gösterilirmiş. Öte yandan da adada konuşulan yerel dil de Yunanca’dan
çok ayrıdır. Girit’te ve Girit’ten Anadolu’ya gelenler arasında kendine
özgü bir iletişim biçimi vardır. Kendi aralarında Yarı Yunanca-yarı
Türkçe, konunun ehemmiyetine göre “kanal değiştirerek, ama her zaman
uzun uzun ve tatlı tatlı konuşurlar, hep bir parça Rumca'ya çalan bir
şiveyle…
'Giritli olmanın' salt Müslüman
veya Hıristiyan olmayı ya da Rum veya Türk olmayı içermediğini biliriz
hepimiz. Dinin ve dilin çok ötesinde bir kültürü ve aidiyet duygusunu
barındırdığını ise yaşayarak öğreniriz.
Giritliler,
kimliklerini oluşturan kültürün en baş taşıyıcı unsuru olan yaşam
coşkularını, hayat anlayışlarını, sofra adetlerini ve yeme-içme
alışkanlıklarını gittikleri her yere beraberlerinde götürürler. Sadece
mübadeleyle suyun öte yanından bu yakaya değil, buralarda da bir Giritli
bir apartmana, hatta bir mahalleye taşınsın hemen anlarsınız.
Bu sebepledir ki, Giritli ailelerde yaşam yolculuğunun
her dönemeci çok önemlidir. Doğumlar, düğünler… Ölümler, yaslar… Giritli
adetlerle kutlanır ve kutsanır. Girit yaşam ve yemek kültürü, doğum,
düğün ve ölüme ilişkin geleneklerden de hareketle ailelerde kuşaktan
kuşağa aktarılır. Bu aktarım sadece belgeler ya da bilgiler yoluyla
olmaz elbette. Asıl belgeden, bilgiden daha çok Girit ruhu mutfak ve
yaşam kültürünü taşıyan yemekler, lezzetler, kokular, sırlar ve
mucizelerle el değiştirir.
Girit’te her
gün, her an son derece önemli ve törenseldir. Her an Girit yaşam
kültürünün yaratıcısı ve taşıyıcısıdır çünkü. Sadece kendiniz için
değil başkaları için de, hatta ölüleriniz ve doğmamış çocuklarınız için
de yaşarsınız. Bilirsiniz ki siz Giritlisinizdir, bu dünyanın aydınlık,
neşeli, coşkulu yüzüsünüzdür. Toprak ananın bereketli, İsa’nın şifalı
ellerisinizdir. Her daim kahkahalarınızın şenlendireceği ıssız bir ruh,
yemeklerinizin şifa olacağı çorak bir yürek, öykülerinizin sarıp
sarmalayacağı yalnız vücutlar vardır bir yerlerde… Ve sevgi, coşku ancak
verdikçe çoğalır.
Yine lafı uzattım
biliyorum… Girit’ten açılınca söz bitmez. Bu da yine Giritlilere özgü
bir şey, biz bayılırız hikâye anlatmaya… “Tüm yaşam”, çünkü inanırız
ki, “atomlardan değil öykülerden maluldür.” Ölüler Kitabı’nın yazarı
meşhur şair Muriel Rukeyser’in dediği gibi…
İşte tüm bunları yazayım istiyorum şimdi kitabımda. Sizlerle de istedim ki buradan paylaşayım...
İyi yazlar dilerim efendim… Haydi, çıkarın kolalı beyaz örtüleri
çekmecelerden… Yaz geldi doğa çıldırdı... Her şey bereketle fışkırdı her
taraftan... Karınca, kararınca ama her zaman sevgiyle pişireceğiniz
güzel yemeklerin paylaşılacağı ferah sofralarınız olsun…
Jasmin KAYRA
24.06.2011
http://www.izmirizmir.net/jasmin-kayra-yeniden-girit-y1925.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder