29 Mart 2013 Cuma

İÇİMİZDEN BİRİ / SENİYE KORALTAN "Bülbüle tuzak kurarım, bahtıma karga gelir"

1.BÖLÜM

İÇİMİZDEN BİRİ / SENİYE KORALTAN

"Bülbüle tuzak kurarım, bahtıma karga gelir"



Antakya, 4 Temmuz 1938. "İşte Fransız bayrağının indirilip Türk bayrağının asıldığı anın fotoğrafı... Görümcem, eşim, ben ve eşimin arkadaşı Kazım bey var resimde. Töreni seyrediyoruz"

1920 yılında Girit'te doğar Seniye Koraltan. Ailece büyük mübadelenin ikinci yılında 1924'te Tarsus'a gelip yerleşirler. Küçük yaşta annesini kaybeder. Girit'teki işini sürdürmeye çalışan, zeytincilikle uğraşan babası Sadık beyin peşinden İzmir'e gider. Bu arada onu büyüten ve ailenin en güzel kızı olan ablası Fatma hanım evden kaçar ve babasının onaylamadığı bir evlilik yapar. Bu olay annesinin ölümünden sonra aileyi ikinci kez yıkar, hiç unutulmaz... Terzilik yapan ağabeyinin yanında ilgisini çeken terzilik mesleğini, ilk evliliğini yaptığı yıllarda devam ettiği bir biçki dikiş kursunda ilerletir. Daha sonra pek çok ilde biçki dikiş kursları açar, öğretmenlik yapar. İlk eşi Mehmet Koraltan'ı kaybettikten sonra çocuklarını tek başına büyütür. 1953 yılında ikinci evliliğini yapar, Kazım bey ile evlenir. Tarsus'tan Hatay'a, Giresun'dan İstanbul'a pek çok ilde geçer yılları. Büyüyen çoçuklarının eğitimlerini tamamlayabilmesi için son olarak ailece Ankara'ya yerleşirler. 1982 yılından beri birlikte yaşadığı kızı Melek hanımın evinde Ankara'da görüştük kendisiyle... Girit'te Kandiya şehrine 30 kilometre uzaklıkta olan Kefeli köyü... Babamın, büyükbabamın bütün varlığı, çiftlikleri, zeytinyağı fabrika muhasarası, un fabrikası, bütün malları, zeytinlikleri hepsi bu köydeydi. Annem babamla 16 yaşındayken evlenmiş, babam da 17 yaşındaymış. Altı çocukları olmuş." 1923 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Antlaşması kapsamında kabul edilen nüfus değişimi kararı ile yaşanan büyük göçün anılarıyla başlıyor yaşam anlatısı... Seniye, Girit'te başlayan yolculuk hazırlıkları sırasında henüz üç-dört yaşlarındadır: "Mübadele kararı verildikten sonra etraftaki köylerden, çiftliklerden bütün insanlar toplanıp, Kandiya şehrinin pek yakınında olan Hanya Tekesi dedikleri bir yer, orada toplandılar. Hilal-i Ahmer, şimdiki Kızılay yani, gelmişti oraya. Topluyordu insanları. Bir süre bekletiyor grup halinde, ayrı ayrı vapurlarla, gemilerle Türkiye'nin muhtelif yerlerine gönderiyorlardı. Girit'ten hareket eden en son vapur bizim vapurumuz oldu. Ondan öncekileri İzmir, Bandırma o taraflarda, hep sahil boyunca yerleştirildi. Giritliler deniz çocuğu oldukları için Atatürk özellikle çok büyük bir titizlikle davrandı, sahil boyunca yerleştirdi insanları. İç Anadolu'da bir tane Giritli bulamazsınız." Günlerce süren yolculuk sonunda gemi, Mersin Limanı'na yanaşır: "Bizi Mersin Limanı'na çıkardılar, orada bir süre bir yerde tuttular hatırladığım kadarıyla. Yani Girit'i hatırlamıyorum fakat babamın ve büyüklerimin Girit özlemini ve kendi mallarının özlemini çekerek oraları anlattıkça ben sanki görmüş gibi olurdum. Kökünden sökülmüş, belirsiz yerlere fırlatılmış bir ağaç gibi... Dil bilmez, iş yok, bir şey yok, kalabalık... Tarsus'a geliyoruz. Ta Dörtyol'a kadar yerleştiriyorlar milleti. O zaman Hatay bizde değildi... Eşyalarımızı hatırlamıyorum, yalnız büyükbabamı hatırlıyorum. Büyükbabam 102 yaşındaydı. Onun Girit'te büyük bir koltuğu vardı, şişmandı büyükbabam, koltuğuyla beraber getirdi babam Mersin'e onu. Koltuğunun da uzun süre duvarda böyle asılı kaldığını hatırlıyorum... Böyle hayal meyal hatırlıyorum gemi yolculuğunu, dalgaları, yağmuru... Bir de Mersin'de bizi indirdikleri zaman, şöyle Mersin'in dışında bir yerde, bir fabrikada tuttular bize. Ben teyzemin kocasının kucağındaydım. Onu hatırlıyorum. Hindiba topladıklarını, onu da hatırlıyorum. Beni kaldırıyordu, taşıyordu."

Yetim kalan çocuklar

"Babama bir ev bir de bir bağ verdiler. Ne yaparsan yap! Girit'teki bu kadar malının mülkünün karşılığında olan binde, milyonda bir ancak... Fakat kalabalık bir ailenin sorumluluğu üstünde olan bir insan, eli kolu bağlayıp oturamazdı. Genç, faal bir insandı, çok atılgandı. Asıl mesleği zeytincilikti, zeytinyağı malzemesiydi." İç Anadolu'dan Çukurova'ya adım adım gezer Sadık bey, tüm isteği geldikleri topraklarda olduğu gibi verimli zeytin ağaçlarını bulabilmek, zeytincilik ile uğraşabilmektir. Sonunda kız kardeşinin yanına İzmir'e gelir ve çalışmaya başlar. Tarsus ile İzmir arasında mekik dokuyan Sadık bey bir süre sonra eşi Melek hanımın ölümüyle birlikte altı çocuğuyla yapayalnız kalır. "Babam ağlayarak 'Keşke ölmeseydi, yani öksüz kalmasaydı çocuklarım da fakir olsaydım, zenginliği ben n'apıyım, çocuklarımı yetim büyüteceğim' derdi." Evin en büyük kızı, ablası Fatma hanım son derece güzel bir kızdır: "Ablam, harikaydı, çok güzeldi, yani güzelliğini gören hayran olurdu, istemeyen kalmadı, o yaşta, 15 yaşında etraftakilerin hepsi istiyordu. Annem de zorla elinden alırlar diye korkuyor, babamı İzmir'e yollamıyordu. 'Ya Fatma'yı da beraber götürürsün, yahut sen de gidemezsin' diye ısrar ediyor, feryat ediyordu." Annesinin ölümünden sonra ev işlerine yardım etmesi için onlarla birlikte yaşamaya başlayan Zehra hanımın oğluyla evlenmeye karar veren Fatma ablasının, bohçasını alıp evden ayrılması aileyi altüst eder: "Babamın ikinci büyük darbesi bu, birinci darbe eşini kaybetmesi, ikinci darbe de kızının, harika, güzeller güzeli olan kızının, kaçması oldu. Büyükbabamı hatırlıyorum, yaşlıydı. Öyle oturmuştu, 'Hey felek, çarkın kırılsın, tarumar ettin beni, tam muradıma ermişken, namurat ettin beni' derdi. Ha, bir de 'Talihim talih değil, her işim noksan gelir, bülbüle tuzak kurarım, bahtıma karga gelir' dediğini hatırlıyorum." Babası ve ağabeyi evdekilerin ablasıyla görüşmesini yasaklar. Küs geçen bu yıllar içinde Fatma hanım anne olur, oğlu üç yaşına gelir. Bir süre sonra Seniye'nin kurnaz planı sayesinde babası ile ablası barışırlar: "Babam ve abim ablama gitmemizi yasaklamıştı. Fakat ben ablam doğum yaptığı zaman, evdeki diğer ablamın mahalle arasında kumaş satan kadınlardan aldıklarını ben götürüyordum. Ablam önlüğümün altına aldıklarını sarıyordu, ondan sonra buradan bir emniyet iğnesi yapıyordu. Sonra önlüğümü indiriyor, çantamı alıp çıkılyordum. Hiç yakalanmadım ne abime ne de babama. Ben yine de gidip geldim çünkü ablam annem kadar yakındı..."


Atarım kendimi köprüden
1927-1928 yılları arasında babasıyla İzmir / Söke'ye gider Seniye hanım. Bir yıl sonra Tarsus'a geri dönerler: "1929 senesi, yeni harflerin başladığı sene, ben okula başladım." Okulun ilk günü Seniye hanımı terzilik yapan ağabeyi götürür. "Yunus bey isminde bir müdürümüz vardı. Çok iyi bir insandı, özellikle de beni çok severdi. Kız kardeşim de, benden bir yaş küçük olan, o da oraya gidiyordu, beraber gidiyorduk. Hep böyle krepon elbiseler falan giyerdik, 23 Nisan'larda, özellikle ön taraftaki bayrağı bizim tutmamızı istiyordu müdürümüz. Beşinci sınıfta daha büyük olan kızlar, isyan ediyorlardı, biz dururken onlara mı verirsiniz falan diye... Yine kendi sınıfımda, aynı sırada oturduğum Münevver ismindeki kız bir gün 'Giritli domuz' dedi bana. Ben ağladım, çok üzüldüm. Müdür geldi, kızın saçları uzundu, şu saçlarını eline doladı, bir kaldırdı, bir indirdi, bir kaldırdı 'Giritli domuz kim, Giritli domuz kim? Bana çabuk cevap ver' dedi. Bu kızı hiç unutmuyorum, onu çok iyi hatırlıyorum, hiç unutamıyorum." "En yakın arkadaşlarımdan biri hükümet tabibinin kızı Nimet'ti. Anne kelimesini duyduğumda hüzünlenirdim, onlar evlerinde anne dedikleri zaman, benim gözüm yaşarırdı. Hep anne özlemini çekiyordum, özellikle bayram günlerinde falan, hep böyle hüzün içindeyim. Bu arada Saadet ablam da evlenmişti." Seniye, ilkokulu bitirir ve ortaokula kaydolur. Ağabeyi bu kez engel olur okumasına. "Abim beni göndermiyordu okula, ben okumak istiyordum. Babama mektup yazmaya karar verdim. 'Eğer sen de gitme dersen, barajın oradaki demir köprüden aşağı atarım kendimi' diye yazdım son olarak. Mektubu yolladım. Birkaç gün sonra bir baktık ki abim cebinde yıldırım telgraf ile geldi. Bana müsaade etti gibi göründü ama aslında babamdan emir almıştı. Okula devam ettim." Kendi deyimiyle ele avuca sığmayan, çok haylaz, yaramaz bir çocuktur Seniye: "Her sene bağa falan çıkardık. Tarsus'ta yazın okul tatil olur olmaz, babamın büyükbabamdan kalma dört odalı bir bağ evi var, üstte iki oda, altta iki oda, yazı geçirirdik orada. Hep ip atlarım, giderim, gezerim, ağaçlardan aşağı inmezdim... Bir gün hiç unutmam rahmetli babamın elinde şöyle bir demet çubuk gördüm. Kazıyor, onları deniyordu, 'Baba odunları niye oraya dikiyorsun' dedim, 'İp atlıyorum ben, geziyorum, niye dikiyorsun onları oraya?' 'Bunlar odun değil yavrum zeytin ekiyorum, yarın zeytin verdiği zaman torunlarım yiyecek, bana rahmet okuyacak' dedi... Hatırlıyorum abim bize ufak bir köpek getirdi bir gün, adını Kasturi koyduk, simsiyah, hep elimizde, bu kız kardeşim benden bir yaş küçük olanla oynarken, ederken hayvan öldü. O günlerde bekçimizin eşi de ölmüştü, Ak Yokuş diye bir yer var, bağa gelirken. Kadını oraya gömerlerken biz de gidip seyrettik, üstüne tahta koyduklarını, nasıl yaptıklarını gördük. Biz de geldik, bizim köpek öldü, kıyamıyoruz atmaya, o incirlerin altına mezar kazdık. Onu oraya koyduk. Üstüne aynı şekilde yaprakları koyduk. Bu sefer mezar diye, korktuk oraya gidemedik.

Nişanlandıktan sonra büyüdüm 

Ben nişanlandıktan sonra, artık büyüdüm... O zamana kadar ip atlardım, dışarıda erkek çocukları gibi çember çevirirdim. Nereye gitse hep babamla beraber gittiğim için erkek çocuğu gibiydim. İş yapmayı bilmezdim. Evlendiğim zaman bir tek bardak yıkamış değildim. Hiçbir şey bilmiyordum. Benden küçük olan kız kardeşim zaten üçten sonra okulu bıraktı, evde oturdu, giyindi, kuşandı, süslendi, yemek yaptı, ev işiyle daha çok meşguldü o, meraklıydı. Bana hiç iş düşmüyordu, hani hiçbir şey yapmadım fakat sinemaya çok giderdim, sinemayı çok severdim, arkadaşlarım sinema kuşu koymuşlardı adımı, film kaçırmazdım... Bir de tam ben nişanlandığım gün, Tarsus'a bir uçak geldi. Onu görmeye gittim, hiç unutmam..." 1937 yılında nişanlısı gümrük memuru Mehmet bey ile resmi nikah töreni yapılır. "Tam 11 ay ben evde kaldım, hazırlanana kadar. Hazırlığım bittikten sonra, '38 senesi 29 Mayıs günü düğünüm oldu. Güzel bir düğün yaptık, kaymakamı falan çağırdık, Tarsus parkında yapılmıştı." Eşinin işi nedeniyle Anamur'a çıkar tayinleri. Evde oturmak istemeyen Seniye hanım ailesinin karşı çıkmasına rağmen bu öneriyi hemen benimser: "Anamur'a ilk defa kocam gidiyor, ev tutuyor, evi dayıyor, döşüyor, eşyalarımı hazırlıyorlar, ben bir çöp kaldırmış değilim." Yeni evliler bir süre Anamur'da yaşadıktan sonra Hatay'a doğru yola çıkarlar. Hatay o tarihlerde Fransızların elindedir. Bir dahaki hafta Hatay Cumhuriyeti'nin kuruluşuna tanıklık edeceğiz. Seniye Koraltan'ın arşivinden Türk askerlerinin Hatay'a girişine, Fransız bayrağının indirilip Türk bayrağının asıldığı günün anılarına yer vereceğiz...

DEVAM EDECEK

2.BÖLÜM

İÇİMİZDEN BİRİ / SENİYE KORALTAN

Türk bayrağını görmek istiyorum! Antakya, 4 Temmuz 1938. "İşte Fransız bayrağının indirilip Türk bayrağının asıldığı anın fotoğrafı... Görümcem, eşim, ben ve eşimin arkadaşı Kazım bey var resimde. Töreni seyrediyoruz"



1920'de Girit'te doğar Seniye Koraltan. Ailece büyük mübadelenin ikinci yılında, 1924'te Tarsus'a gelip yerleşirler. Küçük yaşta annesini kaybeder. Girit'teki işini sürdürmeye çalışan, zeytincilikle uğraşan babası Sadık beyin peşinden İzmir'e gider. Terzilik yapan ağabeyinin yanında ilgilenmeye başladığı terzilik mesleğini, evliliğinin ilk yıllarında biçki-dikiş kursuna devam ederek ilerletir. Daha sonra pek çok ilde biçki-dikiş kursları açar, öğretmenlik yapar. Eşi Mehmet Koraltan'ı kaybetmesinin ardından, 1953 yılında ikinci evliliğini yapar, Kazım bey ile evlenir Seniye hanım. Tarsus'tan Hatay'a, Giresun'dan İstanbul'a pek çok yerde yaşar Seniye Koraltan. Son olarak eğitimlerine devam etmek üzere başkente gitmek isteyen çocuklarıyla birlikte Ankara'ya taşınır. 1982 yılından beri birlikte yaşadığı kızı Melek hanımın evinde Ankara'da görüştük kendisiyle... Geçen hafta Koraltan'ın yaşam anlatısının ilk bölümünde, çocukluk ve gençlik yıllarına yer verdik. Bu haftayı ise Hatay Cumhuriyet'inin ilan edilmesine tanıklık ettiği yıllara ve sonrasına ayırdık... 30 Ekim 1918' de imzalanan Mondoros Mütarekesi'nin ardından Fransızlar tarafından işgal edilen Hatay (Sancak) (*), Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanından sonra da Türkiye, Fransa ve Fransız mandası Suriye arasında yıllarca sürecek bağımsızlık tartışmalarına sahne olacaktır. 1920'li yıllarda başlayan diplomatik görüşmeler ve antlaşmaların ardından 1937'de Milletler Cemiyeti'nin müdahalesi ile Hatay'a özerk bir statü tanınır. İç işlerinde bağımsız olan Hatay , dış işlerinde kısmen Suriye'ye bağlanır ve bölge halen Fransız mandasındadır. Nisan 1938'de kabul edilen seçim kanunundan sonra pek çok anlaşmazlık ortaya çıkar. Çünkü Hatay'ın siyasi geleceğinin ne olacağını, senaryolardan hangisinin hayata geçeceğini bu seçim sonuçları belirleyecektir. Bir yandan pek çok kişi Hatay'a oy kullanmaya giderken, Türkiye de özellikle Türk olarak yazılmak istenenlere karşı baskı yapıldığını iddia eder. İşte bu tarihlerde Mehmet ve Seniye Koraltan çifti de seçimlere katılmak üzere Hatay'a giderler... Biz Anamur'dayken bir emir çıkıyor, Hatay davası zamanında, Türkiye'de ne kadar kişi varsa, orda doğmuş olanlar oy vermek için hepsi Hatay'da toplanacak. Ben ve eşim de oraya kayıtlı olduğumuz için gitmemiz gerekiyordu." Ailesi ilk günlerde kızları Seniye'yi Hatay'a göndermek istemez. "'Hatay'da bıçak kemiğe dayanmış, tehlikeli bir zaman bu, nasıl yollarız, göndermeyiz' falan dediler. Ben ikna olmadım. 'Ben gidecem, kocam nereye giderse, ben de oraya gidecem' dedim, yani çok ısrar ettim... Payas'a doğru yola çıktık. Payas'a geldik, tren değiştiriyoruz, Hatay'a çalışan Fransız trenine binecez. Pasaportla geçiyoruz. Katar hareket etmeden bando İstiklal Marşı çalıyor, ben ağlamaya başladım. Yola devam ettik. İskenderun'a geldik. İskenderun'da görümcem vardı. İşte orada görümcemin annesinin evini verdiler bize. Orda kalmaya başladık." Ortak avluya açılan, birkaç ailenin bir arada yaşadığı bu eve yerleşirler: "Birinci kat yan yana iki oda, odadan bahçeye çıkılıyor. Ortada mutfak. Onun bitişiğinde yine başka bir bitişik iki oda vardı, orda da başka bir kiracı, Ahmet bey isminde biri oturuyor, eşi de Rumdan dönme, Bedia hanım... Müslüman olmuştu. Aynı avludayız. Şöyle yüksek yerde de başka gayrimüslimler, Ermeniler falan oturuyor... Herkes ordunun gelmesini bekliyor o günlerde... Asker gelecek, derken Atatürk hastalandı, 38 senesinde işte. Türklerin elinde bir çakı dahi yok, onların en ufak çocuklarına varıncaya kadar hepsi baştan başa silahlı, her şeyleri var. O kadar baskı vardı ki. Rahmetli eşimin bir tabancası vardı, hatırlıyorum . Gece alıyordu yastığımızın altına, sabah olunca götürüp çiçek saksılarının içine saklıyordu yeniden. O günlerde kimin üzerinde silah bulurlarsa, döve döve, yürüterek Halep'e kadar götürüyorlar. Öyle cezalandırıyorlardı Türkleri işte. Atatürk de haber yolluyor o günlerde, 'Beni kızdırmasınlar, eğer çizmemi ayağıma takarsam soluğu Halep'te alacam' diyordu... Her akşam, kapıların arkasında balta, sopa, yani, kendilerini koruyacak şekilde hazırlık yapıyorlar, dışardan gayrimüslimler kesim yapacaklar diye korkuyorlardı. Erkekler nöbet bekliyordu, yani o vaziyetteydik." 1938 yılında Fransa ile Türkiye arasında imzalanan askeri anlaşmayı takip eden günlerde, 4 Temmuz 1938'de Ankara'da iki ülke arasında dostluk antlaşması da imzalanır. Ertesi gün Türk askerleri Hatay'a girer: "Emir geldi, Türk askeri geleceği zaman, işte ben daha önce krapon kağıtlarıyla çiçekler, zincirler yaptım. Bütün kapımızı hep böyle süsledim aşağı kadar. İşte bu rahmetli eşimin teyzesinin evi vardı, ona da oğlu İstanbul'dan toplarla kırmızı bayrak bezi getirmişti. Bayrak kestim bir sürü. Okulda öğrendiğim gibi, o stile göre ay yıldız yaptım. Oturduk üç tane makineyle bayrak diktik. Kapıya çıktık sırtımızda bayraklar. En nihayet 5 Temmuz'da askerler geliyor, Payas'ın bütün zeytinliklerinin altındaki o askerler saklanıyor. Komutan önde, askerler arkada, kadanalar. Fakat o gece bir yağmur, bir yağmur, nasıl bir yağmur yağdı, bütün sel aldı her tarafı, 5 Temmuz'da sel aldı. Kadanalar, o askerin şeyini taşıyan şeyler, atların iki tanesini zayi etmişler, 'İki tanesi ölmüş' dediler daha sonra."
Hatay Cumhuriyeti

Temmuz 1938'de yapılan seçimlerde Hatay'daki Türk topluluğu 40 milletvekilliliğinden 22 tanesini alır. 2 Eylül'de toplanan meclis Hatay Devleti'ni ilan eder. Cumhurbaşkanlığına Tayfan Sökmen seçilir. "Ondan sonra karar geldi, Türk geçici Hatay Devleti kurulacak diye. Tayfur Sökmen reisicumhur oluyor, Başbakan Abdurrahman Melek, Adalet Bakanı Muhsin Bereket, Sağlık Bakanı da Arif Koyaş vardı, çok iyi insanlardı, yakın görüştüğümüz kişilerdi. Biz de o zaman Antakya'ya taşınıyoruz, çünkü adalet bakanı rahmetli Muhsin Bereket, rahmetli eşimi yanına alıyor, onu özel kalem, daktilo olarak alıyor, devamlı yanında. Hatay devleti olarak değiştirilmiş resmi yazılar yazıyordu. Daktiloyu eve getirdi, onu evde yazıyordu, ben okuyordum, kendisi yazıyordu." 29 Haziran 1939'da Hatay Meclisi oybirliğiyle Türkiye'ye katılma kararı alır. 30 Haziran günü TBMM'de karar onaylandı. 7 Temmuz 1939 günü Hatay ili oluşturulur." Tüm bu gelişmeler yaşanırken ilk çocuğunu doğuran Seniye hanım henüz 17 yaşındadır. Bir süre sonra 11 aylık iken oğlunu kaybeder. Bu arada Mehmet beyin askerliği nedeniyle İstanbul'a gitmesi gündeme gelir. "Tekrar hamile kalınca bu sefer, kayınpederim, 'Sen İstanbul'da doğum yaparsın, Mehmet de askerliğini orda yapsın' dedi." Seniye hanım da bu ara İstanbul'da bir yurda yerleşir. Ancak Mehmet bey kilosu nedeniyle askere alınmaz. Ama bir biçki-dikiş kursuna devam eden Seniye hanım kursu bitirmek ister İstanbul'da. Kursun sonunda eşi ve ailesinin ısrarlarına dayanamaz ve Tarsus'a döner. Burada bir biçki-dikiş kursu açmaya karar verir. Yaklaşık 9 seneye yakın yaşarlar bu kentte. Oğlu Ali 5 yaşlarındayken 1950 senesinde Mehmet bey birden hastalanır, kansere yakalanır. Tedavi olmak üzere tekrar İstanbul'a düşer yolları. Kızı Melek'e hamile olan Seniye hanım eşinin hızla ilerleyen hastalığının karşısında çaresiz evine geri döner. Bu olağanüstü günlerde eşinin çok yakın arkadaşı Kazım bey hep yanlarındadır. Seniye anıma destek olur. "Kazım bey yedikleri ayrı gitmeyen, çok samimi, kardeşten daha yakın bir arkadaşıydı eşimin. Hatta, evliliğimizde de sağdıcıydı rahmetlinin, çok severlerdi birbirlerini. O da Kapıkule'de gümrük müdürüydü. Melek doğar. Bu yıllarını biçki-dikiş kurslarında öğretmenlik yaparak geçirir Seniye hanım. 1950'de kansere yenik düşen Mehmet bey ölür. 1953 yılında Kazım bey Seniye hanıma evlenme teklif eder: "Çocuklarınıza baba lazım, ben hazırım. Eşinize nasıl baktığınızı, nasıl şey bir insan olduğunuzu anladım, gördüm, evlenmek istiyorum, evlenmeye hazırım" dedi diye anlatıyor Seniye hanım. Evlenirler. Karadeniz Ereğlisi, ardından Giresun ve İstanbul'a tayin olurlar sırasıyla. İstanbul Samatya'ya yerleşirler. 1970 yılında Kazım bey de vefat eder. Çocukları büyümüştür. Üniversite eğitimlerini tamamlamak üzere Ankara'ya taşınırlar. Seniye Koraltan 1982 yılından bu yana kızı Melek hanımın yanında oturuyor, torunlarıyla ilgileniyor... (*) İskenderun, Antakya ve havalisine Atarük'ün talimatıyla TBMM'de 1936 yılında alınan bir kararla Hatay adı verilir ancak o tarihe kadar bu bölgenin adı Sancak olarak geçer.

Hatay'da yaşam
"Hatay'da zaten Süryaniler, Araplar, o fellah falan dediklerimiz, bunların hepsi, karışıktı o zaman. Türkiye'ye geçtikten sonra bunlar yavaş yavaş birbirlerine intibak etmeye başladılar. Anlaştılar. Ama adetlerini, yiyeceklerini, yemeklerini sürdürdüler. Kene, kene, kene, her kelimede kene, nereye gitti kene, ne yaptın kene, hep böyle konuşmaları vardı. Yemekleri de, örf ve adetleri, alışkanlıkları da bambaşkaydı... Yalnız Türk hanımlarına, yani bize, 'Hataylı' diyorlardı. Ermeniler, onlar tam lüks bir hayat yaşıyorlar. Bizimkiler hep çarşafla geziyor, peçe takıyorlardı... Meşhur Biremar gazinosu vardı. Güzel bir gazino, tam deniz kenarındaydı. Çok lüks güzel bir gazino, oraya gidiyorlardı Ermeniler, Fransızlar... Hep oraya gidip eğleniyorlar, yemek yiyorlar, güzel vakit geçiriyorlardı. Bizim Türklerin hiçbiri gitmezdi. Ben bunları ayarladım, diğer hanımları, dedim 'Hadi sen kocanı kandır, ben de kocamı kandırıyım, sen de kanır, sen de kandır, gidelim oraya bir açılış yapalım'. Niye bunlar girsin biz girmeyelim? Ben oraya gittiğimde sıfır kolla gittim. Açış törenini yaptık. Ondan sonra başladılar oradaki Türk hanımlar da gelmeye."

Biçki-dikiş kursları
"İstanbul'a gelince ben de dikişimi ilerleteyim diye, gidip Noemi Asadoryan'a kaydoluyorum. Orda devam ederken, hamileyim ikinci çocuğuma, sene sonu imtihana gireceğiz. Orda bir Ermeni kız var, Anahit isminde, tam benim tipimde… İmtihanda birbirimize dikiyoruz, prova yaparken, 'Eş olarak imtihanda seni seçecem' dedi, benim hamile olduğumdan haberi yok. 'Bak' dedim 'ilerde sakın sözünü geri alma'. 'İmkan var mı, senin gibi manken bulacam da, sözümü geri alacam' dedi o da. 'E sen bilirsin' dedim. Bir gün kayınvaldem gelmiş Kapalıçarşı'dan bana malzeme getiriyordu. Gelince bizim madamlan kahve içiyorlar. Genç kızlar arasında ben evli olmama rağmen, en gençleri de yine bendim. Ufaktı yaşım falan, birbirleriyle şakalaşıyorlar, arkadan falan birbirlerinin vururlardı. 'Madam, n'olur Seniye'ye böyle bir şaka yapmasınlar' dedi kayınvalidem. Madam da 'Niye?' diye sordu. Kayınvalidem de halime olduğumu söyledi. Tabii kız duydu bunu, 'Vay seni kafir seni, demek onun için beni bırakacaksın, eş kabul etmeyeceksin diye söyleniyorsun değil mi?' dedi bana. Ondan sonra, hakikaten imtihan zamanı geldi, ben manken üzerinde çalıştım, dikişimi diktim, diplomamı aldım... Aldığım diplomayla müracaatımı yapıp, bakanlıkta ruhsat alıp yurt açmak istiyordum. Tarsus'ta yurt diye bir şey yok. Tarsus'ta yurt açayım dedim ben de." Bu arada hastalanır ve bu istediğini gerçekleştiremez. Ancak hayatının daha sonraki dönemlerinde eşiyle birlikte gittiği illerdeki biçki-dikiş kurslarında öğretmenlik yapmayı başarır Seniye hanım... "Hangi aileden olursa olsun, 10 liraydı kurslarda o zaman aylık. 10 lirayı veren, yalnız ilkokul mezunu olması şarttı, katılırdı kurslara... Yani okuması, yazması, diploması olmayan, yaşı ufak olan okul talebeleri geldiği zaman almıyorduk. Okula gitmeye mecburdu herkes. Gelirler, öğrencimiz olurlardı, onlara biçki-dikişle ilgili metotları verirdik. Böyle böyle pek çok öğrenci yetiştirdim ben."

1.http://www.milliyet.com.tr/2004/01/23/pazar/paz13.html

2. http://www.milliyet.com.tr/2004/01/30/pazar/paz13.html

Hiç yorum yok: