4 Şubat 2011 Cuma

“Ümit” Girit Sularına Gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…


“ÜMİT” GİRİT SULARINA GÖMÜLDÜ; GİRİT GİRİTLİLERİN YÜREĞİNE
Doç.Dr. Kemal Arı·

Her Giritlinin bağrında bir Girit yatar; Girit’in bağrında ise Ümit… Göçmen olmak zordur; göçmeni taşımak ise yaşı yarım yüzyılın üzerine çıkmış ihtiyar bir gemi için o ölçüde zor olmalı! Girit kendisini terk etmek zorunda kalan Girit mübadillerinin gözyaşları içinde ufukta yitip kalan vatanlarının adıdır; Ümit ise, zorlu bir yolculuğa başlamak için beklerken bu yolculuğa gücü yetmeyen ve yaşlı bedenini Kandiye’nin sularına bırakıveren bir Türk gemisi…

Sanki yazgılar, Girit’in sularında kesişmiş gibidir.

Ümit Girit’in sularına gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…

Girit’in değişik kentlerinde gündelik yaşamda çoktandır değişmeler olmakla birlikte, 1922 yılının sonlarında adımlar daha da hızlandı. Yürekler daha bir derinden atmaya başladı. Bir haber kulaktan kulağa bomba gibi patlayıvermişti: Mustafa Kemal Paşa’ya bağlı ordular, Venizolos’un Anadolu içlerine sürdüğü Yunan ordusunu darmadağın etmişti. Türk süvarileri İzmir’e doğru ilerliyorlardı.

Şaşkınlık heyecanla yumak olmuştu; yürekleri bir duygu sarmalı sarmıştı. Girit’te bu habere Türkler içten içe seviniyor; Rumlar “Türkler buralara da gelirler mi?” kaygısı ve endişesini yaşıyorlardı. Meraklı gözler haberin doğruluğunu araştırıyorlardı. Söylentiler gittikçe kabarmış; kimi şaşırtıcı dedikoduların arasında gerçek bilgilerin de olduğu bir süre sonra anlaşılmıştı. Müslümanlar camilerde heyecanla duygularla dua ediyor; Rumlar endişe içinde kiliselerde istavroz çıkarıyorlardı. Bu haberlerin ardından bütün Yunanistan’a yığın yığın perişan Anadolulu Ortodokslar dökülmeye başladılar. Resmi çevrelerin özene bezene saklamaya çalıştığı söylentilerin doğru olduğu bu sefalet içindeki insan görüntülerinden anlaşılmıştı. Anadolu Rumluğu sökün etmiş, ana kara Yunanistan’a ve Yunanistan’a bağlı adalara akıyordu…
 Yürekler ağızlardaydı. Gelişmeler, bir tarihsel dönüm noktasında olduklarını zihinlerine çakıyordu.
 Giritliler kendini, Rum olsun, Türk olsun; Yunanlıdan ayrı görüyorlardı. Bu adaya özgü bir durumdu. Giritlilik adıyla dillendirilen kendilerine özgü bir kimlik geliştirmişlerdi. Türklerin pek çoğu Türkçe bilmezdi. Hatta konuşulan yerel dil de Yunancadan çok ayrıydı. Kendine özgü bir kimlik etrafında öbeklenmiş farklı kültürler vardı; ancak bunlarda da din ve milliyet farkı gözetilmeksizin, yaşamın her alanıyla ilgili iç içe geçmişlik görülüyordu. Doğup büyüdükleri bu topraklarda geçen yüzyıldan beri başlayan huzursuzluklar can sıkıcıydı. Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Giritli Rumların bu adayı Yunanistan’a bağlamak yönündeki gayretleri, hoyratlıkları, kabaran Yunan milliyetçiliğiyle birlikte yaşanan sayısız cinayet, parçalanan Müslüman bedenleri ortak bellekte kazılıydı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanı bastırmak için uğraşıları; bu ilk kalkışmayı bastırmış olsa da ardından çıkan ve bir türlü sonu gelmeyen yeni ayaklanmalar, cinayetler, toplu katliamlar, büyük güçlü devletlerin soruna el atarak, adım adım Girit bunalımının uluslar arası bir sorun haline gelişi... Yapılan ıslahatlar, verilen özerklik; buna karşın hiç durmayan Yunan Milliyetçiliği ve Rum hoyratlığı… Bütün bunlar geçen günlerin derinliklerinden gün ışığına çıkarak sırıtıyor, bir film şeridi gibi ortak bellekte akıp duruyordu.
 Ancak yine de Giritli olmaktan gurur duyuyorlardı. Son yüzyılın bu ayrıştırıcı niteliğine karşın, çok daha eskilerden ve derinlerden gelen ortak bir duygusal birliktelik de vardı. Ayrışıklığın yanı başında, kökleri derinlere uzanan ortak duygu yumağının sarmalındaydılar. İster istemez, dış dünyaya belli ölçülerde kapalı bu alanda ortak tavırlar, ortak duygusal duruşlar ve ortak bir beden dili yaratmışlardı. Giritli Müslümanlar olarak, bu adanın bir parçasıydılar. Yaşamlarının geriye kalanını buralarda, bu topraklarda geçirmek istiyorlardı. Kendilerine ait mezarlıkları vardı; aile büyükleri buralarda gömülüydüler. Camileri, tekkeleri, mezarlıkları, giyim kuşamları ve geleneklerinin bütünü ile bu topraklara aittiler. Önceleri, Müslüman-Hıristiyan ayırımı gözetmeden, adanın kapalı havası içinde iç içe birlikte yaşıyorlardı. Ayrı dinleri ve mezhepleri paylaşsalar da, hatta “Bizim gibi Müslüman” dedikleri ve aynı dini paylaştıkları insanların içinde Mevleviler, Bektaşiler olsa da; sonuçta ortak bir kültürü paylaşıyorlardı. Ortak yemekler yiyorlar, ortak bir dili konuşuyorlar, bir eğlencede ya da matem havasında, ortak bir duyguda birleşebiliyorlardı. Genç kızların özenerek yaptıkları nakışlardaki çeyizlik motiflerde ortak pek nakış vardı. Giyimlerinde ve kuşamlarında da benzeşmeler görülüyordu. Kuşkusuz, Rum’u Türk’ten ayıran özellikler ve giyim biçimleri vardı, ancak ayrıştıran özelliklerden daha çok, benzer özellikleri bulunuyordu. Farklılıkların kesiştiği ortak alanda, ortak bir şeyleri de yaşıyorlardı. Örneğin bir düğünde ya da bir coşku anında gençlerin nara atışları bile ortaktı. Yandaki Hıristiyan komşuları domuz eti yerlerken, kendileri yemiyordu. Ancak kuzu eti yemeyi pek seviyorlardı. Yaptıkları yemeklerine cömertçe koyun eti katıyorlardı. Salyangozu Rumlar yiyorlardı; Türklerden de salyangoz yiyenler vardı. Kimileri de keçi etine düşkündü. Ancak bütün Giritlilerde olduğu gibi zeytin ve zeytinyağı sofralarının tacıydı. Ot kültürü, Rum-Türk ya da Müslüman Hıristiyan ayırımı pek yapmıyordu. Her birinin evinin bahçesinde öyle ya da böyle zeytin, limon ve diğer narenciye ağaçları vardı. Peksimet, her Giritlinin neredeyse torbasından hiç eksiltmediği yiyeceğiydi. Girit’in dağlık arazilerinde, o ya da bu nedenle günlerdir evlerinden uzak olmaları, zor bozulan bu gıdayı yapmayı öğretmişti onlara. Önce adayı saran korsanlar, ardından Rum eşkıyaların hunharlıkları bu kopuşun belli başlı nedenleriydi. Bunun yanı sıra sürü sahibi olup, aylarca sürülerinin peşinden gidenlerin de uzun süre hiç bozulmayan, sürekli sert ve kuru kalan, ancak hafif ıslatıldığında yumuşayıveren bu yiyeceği çok değerli kılmıştı Giritlilerin gözünde.
 Ya ottan yaptıkları yemeklerine ne demeli?
 Otlardan yaptıkları değişik yemekleri yemeye bayılıyorlardı. Değişik isimler verdikleri otları genellikle haşlıyorlardı. Kavurarak yemeyi pek sevmezlerdi. Tencereye koydukları ot doğal rengini yitirmeden yemeklerini yapıyorlardı. Otlar kalın doğranmalı, tabağa konulduğunda diri durmalıydı. Börekleri meşhurdu. Çok sevdikleri, Girit’in neredeyse her yerinde buldukları bu otların içine kimi zaman tavuk, kimi zaman kuzu eti ya da pirinç gibi başka gıdalar ekleyip bir tür içlik oluşturarak, özene bezene böreklerini yaparlardı. Özellikle “Çullama” dedikleri börekleri vardı. Bir tepsiye özenerek serilen yufkanın içine özel bir karışım koyarlardı. Pirinç eklenmiş ciğerli iç pilavın arasına haşlanmış tavuk eti ve akıllarına göre değişik otlar serpiştirerek çullamanın içini hazırlarlardı. Üzerine başka bir yufka sererek, odun fırınına atarlardı. Her Giritli çullamayı bilir ve severdi. Şevketi bostanları, kuzu etli marathaları; bir de mizitro pideleri ve her Giritli için her zaman afiyetle yenen arapsaçı… Hele bu otlar mutfaklarında o kadar çeşitliydi ki: Sarmaşık, ebegümeci, ısırgan, cibez, stifno, turpotu, ısırgan, kenger, hindibağ, şevket-i bostan, gelincik, labada, kuşotu, sinirotu, helvacık, radika, deniz börülcesi, kuşkonmaz, arapsaçı, marata, tarlaçakısı, tarla çivisi ilk akla gelenlerdi. Şevket-i bostan kuzu etinden yapılırdı. Isırgan ve tere ile gelincik böreği neredeyse her Giritli tarafından bilinirdi. Zeytinyağlı turp otu, midyeli pilav gibi yığınla kendine özgü yemekleri bulunuyordu.
 Girit’in havası ayrı, yemekleri ayrıydı…
 Kültürlerinin yumak haline getirdiği Giritlilik kimliği bu kadar yoğun bir duyguyken, iç içe geçmişlik herkes için bu kadar belirgin ve yoğunken ya şimdi ne olacaktı? Geçmiş dönemlerde kimi zaman kendi yaşadıkları kimi zaman da büyüklerinden duya geldikleri göçler mi yaşanacaktı? Bu olguyu düşünmek bile istemiyorlardı; ama yine de havalar bulanmıştı. Göçün kokusu sezinleyen burunlara çoktan düşmüştü.
 Bu yeni gelişmelerle birlikte gittikçe artan ve keskinleşen Yunan hoyratlığı birden bire azıvermişti. Duruşlar katı ve keskindi. Müslüman olarak gördükleri Müslümanlara karşı, eskiden çok şeylerini paylaşmış oldukları komşuları hoyratça davranıyor; bir de bunlara siyasilerin katı duruş ve siyasetleri eklenince, Girit onlar için cehennem hayatına dönüyordu. Kimisi tüccar, kimisi rençperdi. Alın terleriyle bu topraklara kök salmışlardı; her ölümle geçmişe kök salıyorlar, her evlilikle geleceğe filiz verip, uç atıyorlardı. Emekleriyle kazanıp, yaşamlarını sürdürdükleri, kenetlenip sarıldıkları Girit’te şimdi emanet gibiydiler.
 Artık, çok sevdikleri Girit onlar için cehennemleri olmuştu.
 Ve günün birinde, hep bekledikleri, ancak hiç duymak istemedikleri bir haber kulaktan kulağa yayılıverdi. Giritli Müslümanlara da batı Trakya dışındaki bütün Yunanistanlı Müslümanlar gibi göç yolları görünmüştü. Yürekler duracak gibiydi. Boğazlar düğüm düğüm, gözler yaşlıydı. Mübadele ediliyorlardı. Görmedikleri, duymadıkları dilleri konuşan komisyon üyesi kişiler köy köy dolaşıp, ellerinde defterleri, kayıtlar tutuyorlar, mallarını saptamaya çalışıyorlardı. Pek çok Giritli zaten, daha bu kurul üyeleri gelmeden yollara dökülmüştü. Doğdukları Girit, bundan sonraki yaşamlarında bir zamanlar yaşadıkları Girit olacaktı. Acı, yüreklerde derin tortular oluşturuyordu. Gelecek meçhuldü; geçmiş ise bıçak ucuyla yüreklerde hep kanayacak derin izler bırakıyordu. Anılar beyinlere saplanmış burguydu. Bütün duygu dünyaları buza kesmişti. Zaten bir süre sonra, Yunanlı yetkililer ana kara Yunanistan’dan gemilere yükleyip, bazı Rum göçmenleri Girit’e getirmeye başladıklarında her şeyi çok daha net olarak görmeye başlamışlardı.
 Girit’ten Anadolu’ya göç başlıyordu. Ve pek çok Giritli Türk’ün geriye dönüp, “Elveda Girit, elveda doğduğum toprak!” diye avaz avaz bağırası geliyordu.
 Yollar artık Giritlilerin ayakları altında eziliyordu. Çoluk çocuk yollara dökülmüş, kıyılara doğru akıyorlardı. Gün geldi gemiler iskelelere dayanıverdiler. Hanya, Kandiye ve Resmo bu iskelelerin en ünlüleriydiler.
 Bu gemiler Türkiye’den, Türk bayraklarıyla geliyorlardı. O günlerde Yunanistan’da veba söylentileri vardı. Bu nedenle gemilerin her birinde Türkiye’den ayrılmadan önce fare temizliği yapılıyordu. Her gemi veba virüsüne karşı arındırılıyordu. Göçmenlere gemilere binmeden önce bir bir aşılar uygulanıyordu.
 Gemiler artık yollardaydı. Sıra sıra, kimi zaman aynı gün kimi zaman aralıklar biçiminde göçmen taşımaya başlamışlardı. Nilüfer, Giresun, Mersin, Akdeniz, Rize, Bahrıcedit bu gemilerden bir kaçıydı. Hayvanlarıyla, yanlarında taşıyabildikleri denk yığınlarıyla gemilere yerleşiyorlar; köpüren dalgalar arasında gözleri nemli, boğazları düğümlenerek, ufukta yitip giden Girit’i son kez görmek için geminin güverte kıyılıklarına üşüşüyorlardı. Mevsimine ve yolun uzunluğuna göre, her geminin yaşadığı serüven ve her gemideki göçmenin yüreğinde yaşadığı fırtına ayrı ayrıydı. Kimi gemiler fırtınaya yakalanıp batma tehlikesi atlatmışlardı; kimileri kar ve yağmur altında tentesi olmadığı için ıslanan göçmenleri günlerce ıslak bedenleriyle taşımışlardı. Her gemide, her bedende ayrı fırtınalar kopuyordu. Gemiler Girit’ten uzaklaştıkça, her yürekte Girit özlemi çoktan başlamıştı bile…
1924 yılının Nisan ayının ilk günlerinden biriydi. Girit sularında bir gemi Giritli göçmenleri bindirmek için bekliyordu. Girit iskelelerine gelen ve öbek öbek gruplar oluşturan göçmenler gemiye binmekte isteksiz duruyorlardı. Gemi’nin adı Ümit’ti. 55 yaşındaydı. Kurtuluş Savaşı’nın bu emektar gemisi, hem Anadolu’ya insan geçişinde, hem de Karadeniz kıyısına Sovyetlerden gelen silah, cephane taşınmasında rol almıştı. Türk Ordusu’nun gereksinim duyduğu asker, silah ve cephane taşıma işinde sürekli yer almıştı. İngiliz devriyeler tarafından sık sık arama yapılan gemiye bir keresinde İngilizler tarafından el de konulmuştu[1]. Bu yorgun gemi, şimdi Türkiye’nin yeni denizcilik ülküsünün önemli bir aktörü olarak Girit sularında, iskeleler arasında göçmen yüklemek için mekik dokuyordu. Girit’teki iskelelerden benzer nedenlerden ötürü, Ümit gemisine göçmenler binmemişlerdi. Kandiye’deki Türk Yükleme Kurulu’na bir yazı yazılarak, bu konunun üzerinde durularak, gereken bilgilerin verilmesi istendi[2]. Gelen yanıtta neden açıktı: Mübadele Bakanlığı, göçmenlerin zengin ve yoksul kesimlerden karışık olarak göçmen taşımasını istemişti. Üstelik gidecekleri yerler olarak hiç duymadıkları Anadolu kentlerinin ya da kırsalının adı söyleniyordu. Korkuyorlardı. Bilmedikleri bir coğrafyada, savruluşlarının olası dramatik sonu onları ürkütüyordu.[3]
 Giritliler gemiye binmeyince Ümit gemisi de uzun süre Girit’teki iskelelerde bekledi. Gemi o dönemin bütün gemileri gibi buharlıydı. Kazanlarını kömürle ısıtıyordu. Bakanlık bütün gemilere kömürlerini Zonguldak’tan alma yükümlülüğü getirmişti. Ümit de kömürünü Zonguldak’tan yükleyip yola çıkmıştı. Ancak gittikçe uzayan bu bekleyiş, ardından o iskeleden bu iskeleye gidip geliş can sıkıyordu. Bu süreçte sürekli motorlarını çalıştırıp susturmak zorunda kalan geminin sonunda kömürü bitmişti. Bir o iskeleye, bir bu iskeleye gidip, göçmen yüklemeye çalışan Ümit bir türlü göçmen yükleyemiyordu. Bu mekiklerin sonunda gemi Kandiye açıklarında beklemeye başladı. Kömürü biten gemi manevra yeteneğini yitirmişti. Gemi kaptanı Hüseyin Bey çaresizdi. Kabaran dalgalarla birlikte gemi dalgaların savruluşu ve akıntının etkisiyle sürüklenmiş, sonunda ağır bir yara alacak şekilde karaya oturmak zorunda kalmıştı. Çarpmanın etkisiyle kıç kısmından ikiye bölünen gemi, suların azgın saldırısı karşısında kalmış ve batmaya başlamıştı. Gemi su alıyordu. Ümit karaya oturduktan sonra fırtınanın sürmesinden dolayı bölgeye uzun kurtarma gemisi gönderilememişti.
 Ümit’in kısmen batarak Girit sularında karaya oturuşu, dönemin en heyecanlı haberlerinden biri oldu. Basında ağırlıklı olarak, gemi kaptanları sorumlu tutuluyordu. Olayın ardından bir İstanbul gazetesi şu başlığı attı: “Şehrimize gelen kaptanları hesap verecekler. Kabahatleri olup olmadığı bundan sonra anlaşılacak. Baş kaptan raporunu yönetime verdi”[4].
 Meraklı gözler, göçmen getirecek geminin niçin battığını gazete satırlarından araştırıyorlardı. Gazetenin verdiği bilgiye göre, Seyri Sefain’e ait olan Ümit, Girit’te battıktan bir süre sonra, geminin kaptanları ile gemide görev yapan diğer gemiciler Mersin gemisi ile İstanbul’a getirildiler. Geminin birinci süvarisi Hüseyin Bey İstanbul’a gelir gelmez, geminin bağlı olduğu o dönemin en büyük gemi işletmesi olan Seyri Sefain Müdüriyeti’ne geldi. Bu idarenin başında Sadullah Bey (Güney) adında eski bir amiral bulunuyordu. Kaptan kazanın nasıl olduğuna, geminin niçin sürüklenip karaya oturduğuna ilişkin raporunu Müdür Sadullah Bey’e sundu. Kaptan Hüseyin Bey’in raporuna göre, gemi çok eski ve çürük bir durumdaydı. Beklenilmeyen bir anda fırtına çıkmış, rüzgârın ve suların basıncına dayanamayan gemi, bütün çabalara karşın, kıç tarafından ikiye ayrılarak kısa bir zamanda suların arasına gömülmüştü. Hüseyin Bey’in İstanbul’a gelmesinden sonra, Seyri Sefain Müdürlüğü yüksek memurlardan oluşan bir inceleme kurulu oluşturdu. Kaptanın verdiği rapor incelendi. Kazanın tanıkları teker teker dinlendi. Kurulun incelemesini en kısa sürede bitireceği düşünülüyordu. Yapılan inceleme sonunda, süvarinin suçlu olduğu ortaya çıkarsa, Hüseyin Efendi’nin idare ile ilişkisi kesilecek ve kaptanlık ehliyeti alınacaktı. Kendisinin yargılanması da söz konusuydu. Sadullah Bey, Ümit’in süvarisi ile ilgili olarak kendisiyle görüşen gazetecilere şunu söylemişti: “Süvarinin raporunda suçun hepsi denize ve fırtınaya yüklenilmektedir. İnşallah işin doğrusu da böyle olsun. Bu gün için Ümit, ümitsiz bir hale gelmiştir. Yani vapuru kurtarmak ihtimali kalmamıştır. Zaten kurtarılsa bile ümit yararlanılacak bir durumda değildir. Batmadan evvel gemiyi satmak lazım gelse idi kimse gemiye enkaz fiyatından fazla on para vermezdi. Düşününüz ki bu gemi 55 senelik bir hayata sahiptir. Hemen hemen bu zamanda kullanılan gemilerin en eskilerinden biridir. Avrupa’da en mükemmel bir gemiyi nihayet yirmi sene kullanırlar. Mamafih biz Ümit vapurunun tekaud ve istirahata hak kazanmış olmasına rağmen ufak tefek işlere göndermekten vaz geçemiyorduk. Şimdi kazazede geminin bütün kısımlarını söküyoruz. Tavanlarına, döşemelerine varıncaya kadar”[5].
 Girit’te, Kandiye sularında Ümit yaşlı bedenini dinlendirmek üzere sulara bırakıvermişti. Herkesin kafasındaki ortak soru şuydu: Gemi battığında ya içinde binlerce Giritli Müslüman olsaydı?
 Gemi batmış, ancak ölen olmamıştı.
Yürekleri ferahlatan tek şey buydu…
 On binlerin yüreğinde Girit ve Giritle ilgili her şey gömülüp kalmıştı; Girit’in azgın sularında gömülüp kalansa, yaşlı bedeniyle Ümit’ti…

http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/pdf/14.sayi/kemalariumitturkce.pdf  _ALITI:

GİRİT OLAYI MASAL GİBİ...

1700lü yıllarda ada nüfusunda Rumlar ve Türkler hemen hemen eşitti. Adanın dili Rumca, Arapça, Türkçe karışımı olan, yerel halkın Giritçe dediği dildi. Bu dil Rumcaya yakındı. Bunun sebebi, Osmanlı idaresinin Türkçeye gerekli özeni göstermemesiydi. İlginçtir; Giritte Türk dilinin unutulmamasını sağlayan Horasan kökenli Bektaşi tekke ve zaviyeleriydi.
Et ve tırnak gibi
Türk ve Rumlar arasında yıllar içinde akrabalık sayısı arttı. Et ve tırnak gibi oldular. Ancak ne zaman Osmanlı ekonomisinde duraklama ve gerileme dönemi başladı; Girit’te isyanlar patlak verdi. Bunda, Ortodoksların hamiliğine soyunan Rusya’nın payı büyüktü. 1768de Çariçe Katerina’nın kışkırtmasıyla, ticari filoya sahip zengin tüccar Yanis Daskoloyanis liderliğinde Rumlar (Sfakyalılar) ayaklandı.
Osmanlı isyanı bastırdı; Daskoloyanis ve arkadaşları idam edildi ama 100 yıldır et ve tırnak gibi yaşayan Rumlar ve Türkler arasında güven kaybı baş ladı.
Ne yazık ki yaşanılacak sonraki tarihsel süreç adanın bu iki halkını birbirine düşman edecekti.
Bunun içsel olduğu gibi dışsal nedenleri de vardı. Öncelikle, siyasi, sosyal ve ekonomisi altüst olan Avrupa yeniden kuruluyor; yeni ittifaklar oluşturuluyordu.
Bu nedenle 1821de Mora Yarımadasında başlayıp Girit’e sıçrayan isyan Avrupa’dan çok destek buldu. Bu desteğin siyasi yanı gibi kültürel yanı da vardı; Rönesans’la birlikte Batıda antik Yunan hayranlığı başladı.
Rumların camilere, tekkelere, çiftliklere, vakıflara saldırmasını; Türk köylülerini öldürmesini Avrupa seyretti. Kılı kıpırdamadı.
Can güvenlikleri kalmayan köylerdeki Müslümanlar şehirlere göç etti. Ancak Rumlar şiddeti her geçen gün artırdı. Osmanlı, Mısırdaki Kavalalı Mehmet Ali Paşadan yardım alarak ayaklanmayı ancak 4 yılda bastırabildi. Cephe savaşları için eğitilen askerler küçük çetecilerle başa çıkmakta zorlanmıştı.
İsyanın bastırılması ve Osmanlının Doğu Akdeniz’e tekrar hâkim olma ihtimali, İngilte re, Fransa ve Rusya’nın hoşuna gitmedi. Bu üç devlet Osmanlıdan Yunanlılara, Sırbistan ve Romanya’da olduğu gibi prenslik vermesini istedi.
Avrupa’da da büyük bir kamuoyu baskısı vardı. Şair Lord Byron, ressam Delacroix, yazar Victor Hugo vs. gibi aydınlar eserlerinde Yunan isyanına destek çıktı.
Kuşkusuz mesele sanatçılarla çözülmedi; İngiliz, Fransız ve Rus donanmaları Mora’daki Navarin Limanındaki 57 Türk gemisini batırıp sekiz bin Mehmetçik’i şehit etti.
Avrupa Konseyi
Osmanlı şaşkındı; ne yapacağını bilemedi. Çünkü Yeniçeri Ocağını daha yeni tasfiye edip Asakir-i Mansure Muhammediye teşkilatını kurmuştu. Savaşacak askeri gücü yoktu.
Sonuçta Osmanlı, Yunanistan’ın bağımsızlık talebinden vazgeçmesi ve kendisine her yıl belli miktarda vergi vermesi karşılığında, Mora Yarımadasında Yunan Prensliği kurulmasını kabul etti.
Aradan çok geçmedi. Rusya da Osmanlıya saldırdı. Erzurum’u, Edirne’yi aldı. İngiltere ve Fransa, Rusya’nın ilerleyişinden memnun olmadı. Taraflar bir masa etrafında buluştu. Buradan ne karar çıktı dersiniz; Yunanistan’ın bağımsızlığı!
Enosis (birleşme) için ilk adım atılmış oldu.
Girit Rumları fırsatı kaçırmadı; Yunanistan’la birleşmek için hemen ayaklandı. İsyan bu k ez çabuk bastırıldı. Rumlar Avrupa’dan da gerekli desteği bulamadı.
Çünkü emperyal devletler, hasta adam Osmanlıyı nasıl paylaşacakları konusunda henüz hemfikir değildi. Öyle ki, Osmanlı, İngiliz ve Fransızların Avrupa Konseyine alınma sözüyle Rusya’ya savaş açtı.
Ruslar da sıcak denizlere inme hülyasından hiç kopmadı. Giritli Rumların umudu da Rusların bu hülyasıydı...
Her fırsatta ayaklandılar ve her isyanda bir siyasi hak elde ettiler. Nasıl mı?
Açılımın birinci aşaması
Genel af çıkarıldı
RUSLAR dindaşları Yunanlıları, İngilizlere kaptırmamak için, Çar II. Aleksanderın yeğeni Grand Düşes Olga’yı Yunan Kralı Georgios ile evlendirdi. Bu düğünde bir dedikodu çıktı; Ruslar çeyiz olarak Girit’i Yunanlılara verecekti!
Dedikoduya o kadar inanıldı ki, Girit’in fanatik milliyetçi dağlıları Sfakyalılar, Mihail Korakas liderliğinde ayaklandı.
16 Ağustos 1866da Selino kazasındaki Müslümanları kadın çocuk demeden öldürdüler.
Osmanlı ordusu çetecilerin peşine düştü. Tam isyanı bastıracakken devreye İngiltere ve Fransa girdi. Teklifleri şuydu: Girit Yunanlılara verilemezdi ancak Osmanlı da Girit Açılımı yapmalıydı.
Nasıl olacaktı bu açılım?
İlk şart, askeri harekât hemen durdurulmalıydı .
Ayrıca silah bırakacak isyancılar için umumi af çıkarılmalıydı.
Tanıdık geliyor mu? Devam edelim:
Girit yoksuldu; ada halkı iki yıl vergiden muaf olmalıydı.
İdari reformlar da yapılmalıydı; Padişahın atayacağı valinin biri Türk, diğeri Rum iki yardımcısı olmalıydı. Ayrıca resmi yazışmalarda Türkçe zorunluluğu kaldırılmalıydı.
Osmanlı açılımı kabul etti.
Türkler rahatladı; köy ve mezralarına döndü. Müslümanlar, Bu açılım ne kadar güzelmiş demeye başladı.
Açılımın ikinci aşaması
Jandarma yeniden düzenlendi
OSMANLI’ nın 1878de Ruslara yenilmesi Girit’te yeni bir ayaklanmaya neden oldu. Olan köylerine dönen açılım kurbanı Türklere oldu; evleri, tarlaları yakıldı; canlarından oldular.
Osmanlı ordusu yine isyancıların peşine düştü.
Ve devreye yine Avrupalılar girdi. Onların bastırmalarıyla, diğer Osmanlı vilayetlerinden farklı, Girit’e özel imtiyazlar tanındı; yani yeni bir sözleşme/açılım yapıldı.
25 Ekim 1878deki bu Halepa Sözleşmesi/Açılımı şöyle olacaktı:
Girit Valisi sadece Müslümanlardan seçilmeyecekti, Hıristiyan da olacaktı.
Vilayet genel meclisinde Rumlar (49/31) çoğunlukta olacaktı.
Hıristiyan kaymakamlar Müslüman kaymakamlardan sayıca fazla olacaktı.
Vilayet Meclisi ve mahkeme dili Rumca olacak; ancak resmi zabıtlar v e dilekçeler Rumca ve Türkçe olabilecekti.
Ve en önemlisi asayişi sağlayan jandarma, yerli halktan seçilecekti.
Osmanlı bu açılıma da Evet dedi. Yeter ki kardeş kanı dursun diyordu.
Fotyadi Paşa, Sava Paşa, Kostaki Anthopulos Paşa, Nikolaki Sartinski Paşa gibi isimleri sırasıyla Girit’e vali atadı.
Diyeceksiniz Artık bu açılım adaya sükûnet getirmiştir!
Hayır...
Açılımın üçüncü aşaması
Avrupa’ya müdahale hakkı
1885-1888de Girit iki ayaklanmaya daha sahne oldu.
Fakat en büyük isyan 1896da oldu.
Artık taraflardan biri asker değildi; Ağride, Kaliveste, Resmoda, Hanyada vd. 250 yıldır birlikte yaşayan komşular birbirine silah sıkmaya başladı.
Girit yanıyordu.
Tabii yine beklenen oldu; İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya, Rusya olaylara müdahale etti. Asayiş amacıyla savaş gemilerini Girit’e gönderdiler.
Ve Osmanlıya yine, yeni bir sözleşme/açılım dayattılar.
Girit valisi kesinlikle Hıristiyan olacaktı.
Vali, adada karışıklık çıkması halinde Batıdan silah ve asker yardımı isteyebilecekti.
Hemen genel af ilan edilecekti.
Memurların üçte biri Hıristiyan olacaktı.
Avrupalı hukukçular adli bir ıslahat reformu hazırlayacaktı .
Osmanlı bu açılıma da boyun eğdi.
Başken t İstanbul’un Girit’te açılım yapmaktan başı dönmüştü.
Ancak 25 Ağustos 1896 Nizamnamesi/ açılımı Girit’ten kopuşu hızlandırdı.
Elleri silahlı Rumlar artık şehir merkezlerinde bile gezip, kimseden korkmadan Türkleri öldürmeye başladı. Bu cinayetler sonucu, Amcaoğlu Hüseyin, Bedeloğlu Mehmet, Bunacuoğlu Selim Ağanın çoban oğlu, Yanatoğlu Halim, Salih Kaziyatoğlu, Güldanoğlu Hüseyin, Muradoğlu Hasan, Osman Korethaki gibi yüzlerce Türk öldürüldü.
Resmolu Hüseyin Subaşaki gibi Türkler şehit edildikten sonra, hıncını alamayan asiler tarafından kafatası bıçak ve sopalarla delik deşik edildi.
Türkler korunaksızdı.
Girit’in Hıristiyan valisi, kasten Osmanlıdan asker yardımı istemiyordu; Türklerin Girit’ten gitmesini istiyordu.
Girit’te oluk oluk Türk kanı akıyordu.
Tek tek öldürmeler kısa zamanda toplu katliamlara neden oldu. Elida, Ahladina, Nisiya, Balyovici, Sika, Lisinsi, Mulina, İskalavos , Handra, Akriba, Lamnon, Ziru gibi Türk köyleri yakılıp yıkıldı; Müslüman ahalisi öldürüldü.
Türkler adadan kaçış yolu arıyordu artık.
Hanya ve Resmo’da altmış bin Müslüman sığınmacı kurtarılmayı bekliyordu.
Giritli Müslümanlar, açılım gereği Osmanlının Girit’e asker çıkaramayacağını anlayınca, İran Şahı Muzafferiddin Handan yardım istedi!
Sadece Girit’te değil Yanya’daki feryatlara Avrupalının kulağı kapalıydı.
Sonunda Osmanlı, 18 Nisan 1897de Yunanistan’a savaş açtı. Beklendiği gibi bir ay gibi kısa sürede Yunan ordusunu perişan etti.
Türk ordusu Atina’ya girecekken, Rus Çarı II. Nikolayın isteği ve İngiltere’nin baskısıyla II. Abdülhamid Türk ordusunu durdurdu.
Yapılan barış görüşmelerinde galip Osmanlı, bırakın bir avuç toprak almayı, savaş tazminatını bile alamadı.
Aksine Girit’teki nüfuzunu kaybetti...
Açılımın dördüncü aşaması
Otonom ilan edildi
DİYECEKSİNİZ ki, Osmanlı ordusu, Yunanlıları yenince Girit’teki Rumlar korkup sinmişlerdir. Ne gezer!
En acıklısı Girit’te yaşandı. Türkler, Rumları kesecek iddiasıyla Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya) adaya asker çıkardı. Asayişi artık onların askeri sağlayacaktı!
O halde Girit’te Türk askerine gerek var mıydı? Diyorlardı ki, Osmanlı askeri gidince Rumlar bir daha ayaklanmazdı! Gülmeyiniz, aynı gerekçeler günümüzde Kıbrıs için de söyleniyor...
Avrupa’nın bu kandırmasıyla Türk askeri 1898de Girit’ten çekildi.
Ada otonom ilan edildi.
Girit’in kaderi, Avrupalılara bırakıldı. Avrupalılar, Rumların ve Türklerin can ve mal güvenliklerini garanti altına aldıktan sonra adadan ayrılacaklardı . Girit’e böylece barış gelecekti. Harika!
Tabii bu arada bir şart daha ileri sürüldü: Girit valisini seçme hakkı Osmanlı padişahına bırakıldı. Ancak istisnai bir durum vard ı; büyük devletlerin o valiyi onaylaması gerekiyordu. Yoksa kendileri atama yapacaklardı. Ne oldu dersiniz; Osmanlının karşı koymasına rağmen Prens Otto Girit Valisi yapıldı.
Kısa bir süre sonra dört devlet adadan çekildi.
Ve Rumlar hemen adaya Yunan bayrağı çekti. Hani barış gelecekti; beyaz güvercinler uçacaktı adanın üzerinde?
Osmanlı büyük bir diplomasi başarısıyla(!) bayrağı indirtti. Karşılık olarak, Avrupa ülkelerinin ve Yunanistan’ın tepkisini çekmemek için, İstanbul’da sahnelenen Girit adlı tiyatro oyununu sansürledi. Şaka gibi...
Ve sonuç
Toprak kaybı
OSMANLI, Avrupalı dört devletin oyalayıcı sözlerine, teminatlarına ve açılım masallarına hep inandı.
Bunun karşılığında Girit’i kaybetti.
Bu da şöyle oldu: 1910da Girit Meclisi Yunanistan’la birleşme kararı aldı.
Anadolu’nun birçok yerinde mitingler yapıldı; Türkler, Girit’te savaşmak için gönüllü asker müracaatında bulundu; Yunan malları boykot edildi, gemileri Osmanlı limanlarına sokulmadı; Osmanlı konuyu Lahey Hakem Mahkemesine götürmek istedi vs. vs.
Bunların pek yaptırımı olmadı.
Girit onca açılıma rağmen 1913’te Osmanlının elinden kuş olup uçtu, gitti!
Giden toprağın yüzölçümü 8.336 kilometrekare

http://www.millidusunce.org/index.php?option=com_content&view=article&id=439:grt-olayi-masal-gb&catid=34:basn-oezetleri&Itemid=21

 ALINTI: