15 Ocak 2011 Cumartesi

GÜNÜN SÖZÜ

 Şişmiş egolar uğruna kavga etmeden önce...        Kem söz akla gelmeden önce...
        Bir daha düşünmek gerek...
        Hem de derhal...!
*******

14 Ocak 2011 Cuma

Şems

 Bir an bekle, arkana dön ve unuttuklarını anımsa.
Kaybettiysen ara, kırdıysan af dile, kırıldıysan affet:
Çünkü hayat çok kısa.
Şems

GÜNÜN SÖZÜ

"İnsanlarla yüzyüze konuşarak her sorunu halledebilirsin; ama bazı insanlar gelir önüne, hangi yüzüne konuşacağını bilemezsin".
P. Neruda

8 Ocak 2011 Cumartesi

“Ümit” Girit Sularına Gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…

“Ümit” Girit Sularına Gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…

Ümit” Girit Sularına Gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…

Doç.Dr. Kemal Arı·
Her Giritlinin bağrında bir Girit yatar; Girit’in bağrında ise Ümit… Göçmen olmak zordur; göçmeni taşımak ise yaşı yarım yüzyılın üzerine çıkmış ihtiyar bir gemi için o ölçüde zor olmalı! Girit kendisini terk etmek zorunda kalan Girit mübadillerinin gözyaşları içinde ufukta yitip kalan vatanlarının adıdır; Ümit ise, zorlu bir yolculuğa başlamak için beklerken bu yolculuğa gücü yetmeyen ve yaşlı bedenini Kandiye’nin sularına bırakıveren bir Türk gemisi…
Sanki yazgılar, Girit’in sularında kesişmiş gibidir.
Ümit Girit’in sularına gömüldü; Girit Giritlilerin Yüreğine…
Girit’in değişik kentlerinde gündelik yaşamda çoktandır değişmeler olmakla birlikte, 1922 yılının sonlarında adımlar daha da hızlandı. Yürekler daha bir derinden atmaya başladı. Bir haber kulaktan kulağa bomba gibi patlayıvermişti: Mustafa Kemal Paşa’ya bağlı ordular, Venizolos’un Anadolu içlerine sürdüğü Yunan ordusunu darmadağın etmişti. Türk süvarileri İzmir’e doğru ilerliyorlardı.

Şaşkınlık heyecanla yumak olmuştu; yürekleri bir duygu sarmalı sarmıştı. Girit’te bu habere Türkler içten içe seviniyor; Rumlar “Türkler buralara da gelirler mi?” kaygısı ve endişesini yaşıyorlardı. Meraklı gözler haberin doğruluğunu araştırıyorlardı. Söylentiler gittikçe kabarmış; kimi şaşırtıcı dedikoduların arasında gerçek bilgilerin de olduğu bir süre sonra anlaşılmıştı. Müslümanlar camilerde heyecanla duygularla dua ediyor; Rumlar endişe içinde kiliselerde istavroz çıkarıyorlardı. Bu haberlerin ardından bütün Yunanistan’a yığın yığın perişan Anadolulu Ortodokslar dökülmeye başladılar. Resmi çevrelerin özene bezene saklamaya çalıştığı söylentilerin doğru olduğu bu sefalet içindeki insan görüntülerinden anlaşılmıştı. Anadolu Rumluğu sökün etmiş, ana kara Yunanistan’a ve Yunanistan’a bağlı adalara akıyordu…
Yürekler ağızlardaydı. Gelişmeler, bir tarihsel dönüm noktasında olduklarını zihinlerine çakıyordu.

Giritliler kendini, Rum olsun, Türk olsun; Yunanlıdan ayrı görüyorlardı. Bu adaya özgü bir durumdu. Giritlilik adıyla dillendirilen kendilerine özgü bir kimlik geliştirmişlerdi. Türklerin pek çoğu Türkçe bilmezdi. Hatta konuşulan yerel dil de Yunancadan çok ayrıydı. Kendine özgü bir kimlik etrafında öbeklenmiş farklı kültürler vardı; ancak bunlarda da din ve milliyet farkı gözetilmeksizin, yaşamın her alanıyla ilgili iç içe geçmişlik görülüyordu. Doğup büyüdükleri bu topraklarda geçen yüzyıldan beri başlayan huzursuzluklar can sıkıcıydı. Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra, Giritli Rumların bu adayı Yunanistan’a bağlamak yönündeki gayretleri, hoyratlıkları, kabaran Yunan milliyetçiliğiyle birlikte yaşanan sayısız cinayet, parçalanan Müslüman bedenleri ortak bellekte kazılıydı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyanı bastırmak için uğraşıları; bu ilk kalkışmayı bastırmış olsa da ardından çıkan ve bir türlü sonu gelmeyen yeni ayaklanmalar, cinayetler, toplu katliamlar, büyük güçlü devletlerin soruna el atarak, adım adım Girit bunalımının uluslar arası bir sorun haline gelişi... Yapılan ıslahatlar, verilen özerklik; buna karşın hiç durmayan Yunan Milliyetçiliği ve Rum hoyratlığı… Bütün bunlar geçen günlerin derinliklerinden gün ışığına çıkarak sırıtıyor, bir film şeridi gibi ortak bellekte akıp duruyordu.

Ancak yine de Giritli olmaktan gurur duyuyorlardı. Son yüzyılın bu ayrıştırıcı niteliğine karşın, çok daha eskilerden ve derinlerden gelen ortak bir duygusal birliktelik de vardı. Ayrışıklığın yanı başında, kökleri derinlere uzanan ortak duygu yumağının sarmalındaydılar. İster istemez, dış dünyaya belli ölçülerde kapalı bu alanda ortak tavırlar, ortak duygusal duruşlar ve ortak bir beden dili yaratmışlardı. Giritli Müslümanlar olarak, bu adanın bir parçasıydılar. Yaşamlarının geriye kalanını buralarda, bu topraklarda geçirmek istiyorlardı. Kendilerine ait mezarlıkları vardı; aile büyükleri buralarda gömülüydüler. Camileri, tekkeleri, mezarlıkları, giyim kuşamları ve geleneklerinin bütünü ile bu topraklara aittiler. Önceleri, Müslüman-Hıristiyan ayırımı gözetmeden, adanın kapalı havası içinde iç içe birlikte yaşıyorlardı. Ayrı dinleri ve mezhepleri paylaşsalar da, hatta “Bizim gibi Müslüman” dedikleri ve aynı dini paylaştıkları insanların içinde Mevleviler, Bektaşiler olsa da; sonuçta ortak bir kültürü paylaşıyorlardı. Ortak yemekler yiyorlar, ortak bir dili konuşuyorlar, bir eğlencede ya da matem havasında, ortak bir duyguda birleşebiliyorlardı. Genç kızların özenerek yaptıkları nakışlardaki çeyizlik motiflerde ortak pek nakış vardı. Giyimlerinde ve kuşamlarında da benzeşmeler görülüyordu. Kuşkusuz, Rum’u Türk’ten ayıran özellikler ve giyim biçimleri vardı, ancak ayrıştıran özelliklerden daha çok, benzer özellikleri bulunuyordu. Farklılıkların kesiştiği ortak alanda, ortak bir şeyleri de yaşıyorlardı. Örneğin bir düğünde ya da bir coşku anında gençlerin nara atışları bile ortaktı. Yandaki Hıristiyan komşuları domuz eti yerlerken, kendileri yemiyordu. Ancak kuzu eti yemeyi pek seviyorlardı. Yaptıkları yemeklerine cömertçe koyun eti katıyorlardı. Salyangozu Rumlar yiyorlardı; Türklerden de salyangoz yiyenler vardı. Kimileri de keçi etine düşkündü. Ancak bütün Giritlilerde olduğu gibi zeytin ve zeytinyağı sofralarının tacıydı. Ot kültürü, Rum-Türk ya da Müslüman Hıristiyan ayırımı pek yapmıyordu. Her birinin evinin bahçesinde öyle ya da böyle zeytin, limon ve diğer narenciye ağaçları vardı. Peksimet, her Giritlinin neredeyse torbasından hiç eksiltmediği yiyeceğiydi. Girit’in dağlık arazilerinde, o ya da bu nedenle günlerdir evlerinden uzak olmaları, zor bozulan bu gıdayı yapmayı öğretmişti onlara. Önce adayı saran korsanlar, ardından Rum eşkıyaların hunharlıkları bu kopuşun belli başlı nedenleriydi. Bunun yanı sıra sürü sahibi olup, aylarca sürülerinin peşinden gidenlerin de uzun süre hiç bozulmayan, sürekli sert ve kuru kalan, ancak hafif ıslatıldığında yumuşayıveren bu yiyeceği çok değerli kılmıştı Giritlilerin gözünde.

Ya ottan yaptıkları yemeklerine ne demeli?

Otlardan yaptıkları değişik yemekleri yemeye bayılıyorlardı. Değişik isimler verdikleri otları genellikle haşlıyorlardı. Kavurarak yemeyi pek sevmezlerdi. Tencereye koydukları ot doğal rengini yitirmeden yemeklerini yapıyorlardı. Otlar kalın doğranmalı, tabağa konulduğunda diri durmalıydı. Börekleri meşhurdu. Çok sevdikleri, Girit’in neredeyse her yerinde buldukları bu otların içine kimi zaman tavuk, kimi zaman kuzu eti ya da pirinç gibi başka gıdalar ekleyip bir tür içlik oluşturarak, özene bezene böreklerini yaparlardı. Özellikle “Çullama” dedikleri börekleri vardı. Bir tepsiye özenerek serilen yufkanın içine özel bir karışım koyarlardı. Pirinç eklenmiş ciğerli iç pilavın arasına haşlanmış tavuk eti ve akıllarına göre değişik otlar serpiştirerek çullamanın içini hazırlarlardı. Üzerine başka bir yufka sererek, odun fırınına atarlardı. Her Giritli çullamayı bilir ve severdi. Şevketi bostanları, kuzu etli marathaları; bir de mizitro pideleri ve her Giritli için her zaman afiyetle yenen arapsaçı… Hele bu otlar mutfaklarında o kadar çeşitliydi ki: Sarmaşık, ebegümeci, ısırgan, cibez, stifno, turpotu, ısırgan, kenger, hindibağ, şevket-i bostan, gelincik, labada, kuşotu, sinirotu, helvacık, radika, deniz börülcesi, kuşkonmaz, arapsaçı, marata, tarlaçakısı, tarla çivisi ilk akla gelenlerdi. Şevket-i bostan kuzu etinden yapılırdı. Isırgan ve tere ile gelincik böreği neredeyse her Giritli tarafından bilinirdi. Zeytinyağlı turp otu, midyeli pilav gibi yığınla kendine özgü yemekleri bulunuyordu.

Girit’in havası ayrı, yemekleri ayrıydı…

Kültürlerinin yumak haline getirdiği Giritlilik kimliği bu kadar yoğun bir duyguyken, iç içe geçmişlik herkes için bu kadar belirgin ve yoğunken ya şimdi ne olacaktı? Geçmiş dönemlerde kimi zaman kendi yaşadıkları kimi zaman da büyüklerinden duya geldikleri göçler mi yaşanacaktı? Bu olguyu düşünmek bile istemiyorlardı; ama yine de havalar bulanmıştı. Göçün kokusu sezinleyen burunlara çoktan düşmüştü.

Bu yeni gelişmelerle birlikte gittikçe artan ve keskinleşen Yunan hoyratlığı birden bire azıvermişti. Duruşlar katı ve keskindi. Müslüman olarak gördükleri Müslümanlara karşı, eskiden çok şeylerini paylaşmış oldukları komşuları hoyratça davranıyor; bir de bunlara siyasilerin katı duruş ve siyasetleri eklenince, Girit onlar için cehennem hayatına dönüyordu. Kimisi tüccar, kimisi rençperdi. Alın terleriyle bu topraklara kök salmışlardı; her ölümle geçmişe kök salıyorlar, her evlilikle geleceğe filiz verip, uç atıyorlardı. Emekleriyle kazanıp, yaşamlarını sürdürdükleri, kenetlenip sarıldıkları Girit’te şimdi emanet gibiydiler.

Artık, çok sevdikleri Girit onlar için cehennemleri olmuştu.

Ve günün birinde, hep bekledikleri, ancak hiç duymak istemedikleri bir haber kulaktan kulağa yayılıverdi. Giritli Müslümanlara da batı Trakya dışındaki bütün Yunanistanlı Müslümanlar gibi göç yolları görünmüştü. Yürekler duracak gibiydi. Boğazlar düğüm düğüm, gözler yaşlıydı. Mübadele ediliyorlardı. Görmedikleri, duymadıkları dilleri konuşan komisyon üyesi kişiler köy köy dolaşıp, ellerinde defterleri, kayıtlar tutuyorlar, mallarını saptamaya çalışıyorlardı. Pek çok Giritli zaten, daha bu kurul üyeleri gelmeden yollara dökülmüştü. Doğdukları Girit, bundan sonraki yaşamlarında bir zamanlar yaşadıkları Girit olacaktı. Acı, yüreklerde derin tortular oluşturuyordu. Gelecek meçhuldü; geçmiş ise bıçak ucuyla yüreklerde hep kanayacak derin izler bırakıyordu. Anılar beyinlere saplanmış burguydu. Bütün duygu dünyaları buza kesmişti. Zaten bir süre sonra, Yunanlı yetkililer ana kara Yunanistan’dan gemilere yükleyip, bazı Rum göçmenleri Girit’e getirmeye başladıklarında her şeyi çok daha net olarak görmeye başlamışlardı.

Girit’ten Anadolu’ya göç başlıyordu. Ve pek çok Giritli Türk’ün geriye dönüp, “Elveda Girit, elveda doğduğum toprak!” diye avaz avaz bağırası geliyordu.

Yollar artık Giritlilerin ayakları altında eziliyordu. Çoluk çocuk yollara dökülmüş, kıyılara doğru akıyorlardı. Gün geldi gemiler iskelelere dayanıverdiler. Hanya, Kandiye ve Resmo bu iskelelerin en ünlüleriydiler.

Bu gemiler Türkiye’den, Türk bayraklarıyla geliyorlardı. O günlerde Yunanistan’da veba söylentileri vardı. Bu nedenle gemilerin her birinde Türkiye’den ayrılmadan önce fare temizliği yapılıyordu. Her gemi veba virüsüne karşı arındırılıyordu. Göçmenlere gemilere binmeden önce bir bir aşılar uygulanıyordu.

Gemiler artık yollardaydı. Sıra sıra, kimi zaman aynı gün kimi zaman aralıklar biçiminde göçmen taşımaya başlamışlardı. Nilüfer, Giresun, Mersin, Akdeniz, Rize, Bahrıcedit bu gemilerden bir kaçıydı. Hayvanlarıyla, yanlarında taşıyabildikleri denk yığınlarıyla gemilere yerleşiyorlar; köpüren dalgalar arasında gözleri nemli, boğazları düğümlenerek, ufukta yitip giden Girit’i son kez görmek için geminin güverte kıyılıklarına üşüşüyorlardı. Mevsimine ve yolun uzunluğuna göre, her geminin yaşadığı serüven ve her gemideki göçmenin yüreğinde yaşadığı fırtına ayrı ayrıydı. Kimi gemiler fırtınaya yakalanıp batma tehlikesi atlatmışlardı; kimileri kar ve yağmur altında tentesi olmadığı için ıslanan göçmenleri günlerce ıslak bedenleriyle taşımışlardı. Her gemide, her bedende ayrı fırtınalar kopuyordu. Gemiler Girit’ten uzaklaştıkça, her yürekte Girit özlemi çoktan başlamıştı bile…

1924 yılının Nisan ayının ilk günlerinden biriydi. Girit sularında bir gemi Giritli göçmenleri bindirmek için bekliyordu. Girit iskelelerine gelen ve öbek öbek gruplar oluşturan göçmenler gemiye binmekte isteksiz duruyorlardı. Gemi’nin adı Ümit’ti. 55 yaşındaydı. Kurtuluş Savaşı’nın bu emektar gemisi, hem Anadolu’ya insan geçişinde, hem de Karadeniz kıyısına Sovyetlerden gelen silah, cephane taşınmasında rol almıştı. Türk Ordusu’nun gereksinim duyduğu asker, silah ve cephane taşıma işinde sürekli yer almıştı. İngiliz devriyeler tarafından sık sık arama yapılan gemiye bir keresinde İngilizler tarafından el de konulmuştu[1]. Bu yorgun gemi, şimdi Türkiye’nin yeni denizcilik ülküsünün önemli bir aktörü olarak Girit sularında, iskeleler arasında göçmen yüklemek için mekik dokuyordu. Girit’teki iskelelerden benzer nedenlerden ötürü, Ümit gemisine göçmenler binmemişlerdi. Kandiye’deki Türk Yükleme Kurulu’na bir yazı yazılarak, bu konunun üzerinde durularak, gereken bilgilerin verilmesi istendi[2]. Gelen yanıtta neden açıktı: Mübadele Bakanlığı, göçmenlerin zengin ve yoksul kesimlerden karışık olarak göçmen taşımasını istemişti. Üstelik gidecekleri yerler olarak hiç duymadıkları Anadolu kentlerinin ya da kırsalının adı söyleniyordu. Korkuyorlardı. Bilmedikleri bir coğrafyada, savruluşlarının olası dramatik sonu onları ürkütüyordu.[3]

Giritliler gemiye binmeyince Ümit gemisi de uzun süre Girit’teki iskelelerde bekledi. Gemi o dönemin bütün gemileri gibi buharlıydı. Kazanlarını kömürle ısıtıyordu. Bakanlık bütün gemilere kömürlerini Zonguldak’tan alma yükümlülüğü getirmişti. Ümit de kömürünü Zonguldak’tan yükleyip yola çıkmıştı. Ancak gittikçe uzayan bu bekleyiş, ardından o iskeleden bu iskeleye gidip geliş can sıkıyordu. Bu süreçte sürekli motorlarını çalıştırıp susturmak zorunda kalan geminin sonunda kömürü bitmişti. Bir o iskeleye, bir bu iskeleye gidip, göçmen yüklemeye çalışan Ümit bir türlü göçmen yükleyemiyordu. Bu mekiklerin sonunda gemi Kandiye açıklarında beklemeye başladı. Kömürü biten gemi manevra yeteneğini yitirmişti. Gemi kaptanı Hüseyin Bey çaresizdi. Kabaran dalgalarla birlikte gemi dalgaların savruluşu ve akıntının etkisiyle sürüklenmiş, sonunda ağır bir yara alacak şekilde karaya oturmak zorunda kalmıştı. Çarpmanın etkisiyle kıç kısmından ikiye bölünen gemi, suların azgın saldırısı karşısında kalmış ve batmaya başlamıştı. Gemi su alıyordu. Ümit karaya oturduktan sonra fırtınanın sürmesinden dolayı bölgeye uzun kurtarma gemisi gönderilememişti.

Ümit’in kısmen batarak Girit sularında karaya oturuşu, dönemin en heyecanlı haberlerinden biri oldu. Basında ağırlıklı olarak, gemi kaptanları sorumlu tutuluyordu. Olayın ardından bir İstanbul gazetesi şu başlığı attı: “Şehrimize gelen kaptanları hesap verecekler. Kabahatleri olup olmadığı bundan sonra anlaşılacak. Baş kaptan raporunu yönetime verdi”[4].

Meraklı gözler, göçmen getirecek geminin niçin battığını gazete satırlarından araştırıyorlardı. Gazetenin verdiği bilgiye göre, Seyri Sefain’e ait olan Ümit, Girit’te battıktan bir süre sonra, geminin kaptanları ile gemide görev yapan diğer gemiciler Mersin gemisi ile İstanbul’a getirildiler. Geminin birinci süvarisi Hüseyin Bey İstanbul’a gelir gelmez, geminin bağlı olduğu o dönemin en büyük gemi işletmesi olan Seyri Sefain Müdüriyeti’ne geldi. Bu idarenin başında Sadullah Bey (Güney) adında eski bir amiral bulunuyordu. Kaptan kazanın nasıl olduğuna, geminin niçin sürüklenip karaya oturduğuna ilişkin raporunu Müdür Sadullah Bey’e sundu. Kaptan Hüseyin Bey’in raporuna göre, gemi çok eski ve çürük bir durumdaydı. Beklenilmeyen bir anda fırtına çıkmış, rüzgârın ve suların basıncına dayanamayan gemi, bütün çabalara karşın, kıç tarafından ikiye ayrılarak kısa bir zamanda suların arasına gömülmüştü. Hüseyin Bey’in İstanbul’a gelmesinden sonra, Seyri Sefain Müdürlüğü yüksek memurlardan oluşan bir inceleme kurulu oluşturdu. Kaptanın verdiği rapor incelendi. Kazanın tanıkları teker teker dinlendi. Kurulun incelemesini en kısa sürede bitireceği düşünülüyordu. Yapılan inceleme sonunda, süvarinin suçlu olduğu ortaya çıkarsa, Hüseyin Efendi’nin idare ile ilişkisi kesilecek ve kaptanlık ehliyeti alınacaktı. Kendisinin yargılanması da söz konusuydu. Sadullah Bey, Ümit’in süvarisi ile ilgili olarak kendisiyle görüşen gazetecilere şunu söylemişti: “Süvarinin raporunda suçun hepsi denize ve fırtınaya yüklenilmektedir. İnşallah işin doğrusu da böyle olsun. Bu gün için Ümit, ümitsiz bir hale gelmiştir. Yani vapuru kurtarmak ihtimali kalmamıştır. Zaten kurtarılsa bile ümit yararlanılacak bir durumda değildir. Batmadan evvel gemiyi satmak lazım gelse idi kimse gemiye enkaz fiyatından fazla on para vermezdi. Düşününüz ki bu gemi 55 senelik bir hayata sahiptir. Hemen hemen bu zamanda kullanılan gemilerin en eskilerinden biridir. Avrupa’da en mükemmel bir gemiyi nihayet yirmi sene kullanırlar. Mamafih biz Ümit vapurunun tekaud ve istirahata hak kazanmış olmasına rağmen ufak tefek işlere göndermekten vaz geçemiyorduk. Şimdi kazazede geminin bütün kısımlarını söküyoruz. Tavanlarına, döşemelerine varıncaya kadar”[5].


Girit’te, Kandiye sularında Ümit yaşlı bedenini dinlendirmek üzere sulara bırakıvermişti. Herkesin kafasındaki ortak soru şuydu: Gemi battığında ya içinde binlerce Giritli Müslüman olsaydı?

Gemi batmış, ancak ölen olmamıştı.

Yürekleri ferahlatan tek şey buydu…

On binlerin yüreğinde Girit ve Giritle ilgili her şey gömülüp kalmıştı; Girit’in azgın sularında gömülüp kalansa, yaşlı bedeniyle Ümit’ti…

http://web.deu.edu.tr/ataturkilkeleri/pdf/14.sayi/kemalariumitturkce.pdf

YA AKLIN BAŞKA YERLERDEYDİ YA YÜREĞİN...


Seninle olmanın en güzel yanı ne biliyor musun?
Elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını taa içimde hissetmek.
Seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun?
''Seni seviyorum'' sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere
saatlerce havadan sudan söz etmek.
Seninle olmanın en heyecanlı yanı ne biliyor musun?
Aynı şeyleri seninle aynı anda düşünmek birlikte ağlamak gülmek.
Ve buradayken bile seni çılgınca özlemek...
Seninle olmanın en acı yanı ne biliyor musun?
Seni hiç tanımadığım bir sürü insanlarla paylaşmak.
Senin yanında olan, seninle konuşan herkesi çocukça kıskanmak.
Seninle olmanın en mutlu yanı ne biliyor musun?
Tanıdık birileriyle karşılaşma tedirginliği ile yollarda yürümek yan yana...
Elimdeki şemsiyeye inat yağmurda
ıslanmak birlikte.
Elimde kır çiçeğiyle seni beklemek...
Aynı mekanlarda aynı yiyecekleri yemek.
Seninle olmanın en romantik yanı ne biliyor musun?
Sensiz gecelerde sana söyleyemediklerimi yıldızlara aya anlatmak...
Okuduğum kitabın sayfalarında dinlediğim şarkıların türkülerin şiirlerin her
mısrasında seni bulmak.
Seninle olmanın en zor yanı ne biliyor musun?
Seni kaybetme korkusuyla hayatta ilk kez tattığım o tarifsiz
duygularımı umut denizinin ortasında küreksiz bir sandala hapsetmek.
Sevgili yerine yıllarca dost kalmayı başarmak.
Yalın ayak yürümek bıçağın en keskin yerinde.
Kanadıkça tuz yerine gözyaşlarımı basmak yüreğime.
Seninle olmanın tek yan etkisi ne biliyor musun?
Nereden bileceksin?
Sen benimle hiç olmadın ki.
Olsaydın avuçlarım terlemezdi...
Isırmazdım dilimin ucunu...
Özlemezdim seni
yanımdayken...
Kıskanmazdım.
Korkmazdım yollarda yürümekten.
Islanmazdım yağmurlarda...
Yıldızlara aya dert yanmaz,
böyle her şarkıda sarhoş olmazdım.
Korkmazdım seni kaybetmekten
ayaklarım kan revan atlardım sandaldan denize...
Ve her kulaçta haykırırdım seni..
Ama sen hiç benimle olmadın ki...


YA AKLIN BAŞKA YERLERDEYDİ YA YÜREĞİN...


can yücel

Hayyam'dan..

Hayyam'dan..

Seni kuru softaların softası seni..
Seni cehenneme kömür olası seni..
Sen mi haktan rahmet dileyeceksin bana?
Hakka akıl öğretmek haddine mi senin?

Meyhane kültürü

Meyhane kültürü Liman kültürünün bir parçası olarak süregelmiştir.
Çünkü gemiciler indikleri limanda bekardır ve içerek geçirecekleri vakitleri ve nakitleri vardır.

Türkler İstanbul'u ve Galata'yı aldıkları zaman zaten liman olan bu şehrin meyhaneleri de dünya ölçülerindeydi. 16. Yüzyıl yazarlarından Kastamonu'lu Latifi "Tarifname-i İstanbul" adlı eserinde İstanbul meyhanelerinin özellikle Tahtakale'de toplandığını, Galata'nın ise "serapa meyhane" olduğunu kaydeder.


Müslüman halk genel olarak içki konusundaki dinsel yasaklara bağlıydı ama, Müslüman olmayanların adetlerine karışılmazdı. Galata başta olmak üzere gayrimüslümlerin yoğun olduğu mahallelerde birçok meyhane vardı ve bu meyhanelerin müşterilerinin bir kısmını kaçamak yaparak gelen Müslümanlar oluşturuyordu. Keyif için içilip yenilen yerler olan meyhaneler de bütün işyerleri gibi lonca düzenine bağlıydı.


Fatih'in saltanat dönemi (1451 - 1481) İstanbul'un imarıyla ve yerleşimi ile geçmişti. Oğlu II. Beyazıt (1481 - 1512) zevk ve eğlenceye düşkünlüğü, dolayısıyla sanatı teşvik etmişti. Bu dönemde meyhaneler fazlalaşmıştır. II. Beyazıt'ın oğlu Yavuz Selim (1512 - 1520) sırasında meyhaneler daha da fazlalaşmış, sarhoşluk İstanbul'da daha da yaygınlaşmıştır. Sultan Süleyman (1520 - 1566) taht'a çıktıktan sonra içki kullanımını yasakladı. II. Selim zamanında (1566 - 1574) Damat İbrahim Paşa ve çevresinin de teşvikiyle meyhaneler yeniden açılmış zevk ve eğlence dönemi yeniden başlamıştır. Nitekim 7 Ekim 1573'de Müslüman mahallelerine dahi meyhane açıldığı bildirimine karşılık bunun durdurulması için ferman çıkartılmıştır.


Saray hamamındaki bir zevk aleminde düşerek yaşamını yitiren II. Selim'den sonra tahta çıkan oğlu III. Murat zamanında (1574 - 1595) 13 Mart 1576'da çıkartılan ferman ile Müslüman mahallelerinde olmaması kaydı ile meyhaneler yine işlevlerine serbestçe devam ediyorlardı.


III. Murat bu defa Müslümanların Hiristiyan mahallelerindeki meyhanelere dadandığına bizzat şahit olunca içki yasağı koydu (14 Mart 1583). Ancak, bir süre sonra askerlerin içki içme yasağı, askerlerin dayatmaları sonucunda kaldırılınca asker olmayanlar da içki içmeyi sürdürdüler.


Komutan içkiyi yasakladı ve duvara "Alkol öldürür" diye yazdırdı. Ertesi sabah, bu yazının altına bir cümle eklenmişti:


"Asker ölümden korkmaz".


Eremya Çelebi Kömürcüyan 17. Yüzyılda İstanbul Tarihi adlı kitabında Kasımpaşa'yı anlatırken :


"İleride Yahudi evleri ve onların iki tarafında "oda"lar görülür. Bu evler sahildedir ve altlarında dükkanlar vardır. Burada misafirler için balık pişirilir ve onlara turşu ve kurutulmuş mersin ve morina balıkları ikram edilir. Yahudi kasapları ve MİSKET ARAK'ının (Rakının) satıldığı koltuklar da oradadır."


Anlamaktayız ki şimdinin benzerleri boğaz lokantaları eskiden haliç kıyısında yer alırmış. Ve 17. Yüzyılda rakı hem de misket üzümünden yapılma olarak bu evlerde demcilere sunulurmuş. Büyük büyük büyük dedemiz aşağıda demini aldıktan sonra belki de yukarıdaki odalara çıkardı.




İstanbul meyhaneleri bulundukları yerlere, sahiplerine, dükkanın üzerine ünvan levhası yerine asılan tahta veya madeni kayık, kule, hançer gibi alameti farikaları, ya da içinde havuz fıskiye bulundurma özelliklerine göre adlandırılırlardı. Söz gelimi: Hançerli, Kürkçü Hanı, Yahudi, Kandilli v.s. Bu alametlerden bazıları Yeniçeri ocaklarının alametleriydi. Bu meyhanelerin akşamcı müşterileri ve semtlerine göre Yeniçeri akşamcıları "Dayı" ünvanıyla herkesten daha fazla hürmet görürlerdi. Tersanecilerle topçular Kasımpaşa'dan Fındıklı ve Salıpazarı'na kadar uzanan meyhanelerin müşterileriydi. Kayıkçı, hamal, tellak takımı ve İstanbul'un baldırı çıplak külhanileri bu meyhanelere giremezdi; uğrasalar da meyhane akşamcılarının bulunmadığı zamanlarda ayakta içip giderlerdi. Bu meyhanelere "Gedikli Meyhaneler" denirdi. Abdülaziz döneminin sonlarına doğru bunlara "Selatin Meyhaneler" denmeye başlandı. Meyhane gedikleri kurulduktan sonra ayak takımının gittiği yerler "Koltuk Meyhanesi" denilen kaçak yerler, gizlice içki satan ara sokak bakkalları ve manavlarıydı. Koltuk meyhanelerinin bir kısmı ise "Kibar koltukları"ydı. Buralara evine içki sokmayan memur ve katip takımı gelirdi.


Karısı : "Ya ben, ya rakı" demiş.

Adam hamal çağırıp, rakıları yatağa taşıtmış ! ..

Ayak takımı için küçük "koltuk"lardan başka bir de "Ayaklı Meyhaneler" vardı. Ayaklı meyhaneler seyyar içki satıcılarıydı; çoğunluğu Ermeni'ydi. Bunların dükkanı, tezgahı, fıçısı, ustası, sakisi kendisiydi. Bellerine ucu musluklu, rakı veya şarapla doldurulmuş gayet uzun bir koyun bağırsağı sararlar, sırtlarında bir cüppe, cüppe'nin iç cebinde de bir kadeh olurdu. Omuzlarına da alamet olarak birer peşkir atarlardı. Ayaklı meyhaneler en çok Bahçekapı, Yemiş İskelesi, Galata ve civarında dolaşırlardı. Müşterilerini gördükleri zaman etrafı kollayacak bir bakkal veya manav dükkanına girer, kuşağının arasından kadehi doldurup peşisıra gelen müşterisine vücudunun sıcaklığıyla ısınmış içkiyi sunarlardı. Kadehi bir yudumda yuvarlayan baldırı çıplak ayyaş, bir üzüm tanesini ya da mevsimine göre bir başka meyveyi meze yapardı. Çoğu da elinin tersiyle ağzını silip gider, buna da "yumruk mezesi" denilirdi.


İstanbul'un gedikli meyhaneleri mutfaklarının temizliği ve aşçılarının da özellikle balık ve et yemeklerindeki hünerleri ile meşhurdu. "Gediklilerin sunduğu külbastı ve etli yaz türlüsünü (güveç) konak aşçıları yapamaz" denilirdi. Gediklilerin geniş ve yüksek tavanları genelde direklerle tutturulurdu. Orta direğin dibinde bulunan büyük bir tuzlu balık (sardalya) fıçısı da bu tür meyhanelerin özelliklerinden biriydi. Tuzlu balıklar fıçılarla Malta veya Ege adalarından getirilirdi.


Temizliğine çok dikkat edilirdi meyhanelerin. Bardaklar ve kadehler temiz bezlerle kurulanıp parlatılırdı. Yerler dikkatle süpürülür, sofralar gıcır gıcır silinirdi. Sofralarda akşamcılara hizmet eden uşaklar ve çubuktar çocuklar tertemiz giyinirlerdi. Sofralara toprak şamdanlar koyulur, mumları dikilip hazırlanır, etrafına da meze tabakları dizilirdi. Bir de kütükten oyma tuzluk bulunurdu her sofrada bereket simgesi olarak. Sandalyeler genellikle kısa, ahşap ayaklı olup, oturma yeri hasırdandı.


Gediklilerin tezgah başı müşterileri "dört kaşlı" denilen ve akşamcı olan ağaları, ustaları ile karşılaşıp yüz göz olmak istemeyen esnaf kalfaları ve çıraklarıydı. Fasulye piyazı, lahana turşusu ve kırık leblebi gibi meze ve çerezler tezgah başında sürekli bulunurdu. Rakı ve şarap önce kabaktan, sonraları ise metalden veya camdan yapılmış "karnından işeyen" ibriklerle sunulurdu. Müşteri meyhaneye geldiğinde masa meze tabaklarıyla donatılmış, içki kadehleri yerleştirilmiş olurdu. Meyhanecinin masaya buyur etmesi ile ısınan fakat ancak masadaki mumu yaktıktan sonra başlayan bu demlenme saatler sürerdi. Masaya müşteri oturduğunda hazır bulunan mezeler için para alınmaz, içki ve ayrıca sipariş edilen mezelerin parası alınırdı. Ramazanda meyhaneler kapatılırdı. Bayram arifesinde meyhaneciler gedikli müşterilerinin evlerine midye veya uskumru dolma gönderirlerdi. Buna "unutma bizi dolması" denilirdi.


Meyhane kapanma vakti geldiğinde ise müdavimlerin gönderilmesi ayrı bir meyhanecilik yeteneği gerektirirdi. Masalara eğilerek "yaylanmak vakti" hatırlatılır. "Küfelik" olanlar için dışarıda bekleyen hamallar işe davet edilirdi. Eve gitmek için küfeye ihtiyacı olmak "dut gibi olduğunun" kanıtı olurdu.


Meyhaneci geç vakit meyhaneyi kapayıp evine gitti. Bitkin bir halde yatağına gireceği sırada telefon çaldı.


Telefondaki sarhoş sesi :

- Meyhaneci, dedi. Kaçta açacaksın meyhaneyi?
- Yahu daha yeni kapadım. İstediğim zaman açarım. Hem açsam da seni içeri almam.
Telefondaki sarhoş :
- Ben içeri girmek değil, dışarı çıkmak istiyorum.


Cumhuriyet Meyhanesi


Samatya'dan Yedikule'ye giderken yol üzerinde solda "Safa" meyhanesi işte zamanımıza Osmanlı'nın son döneminden, meyhane yapı şekli ve iç düzenlemesiyle kalmış, yegane meyhane olarak hala faaliyetini sürdürmektedir.


Tütün ve kahve yasağıyla birlikte içki yasağının da en şiddetli uygulandığı dönemin IV. Murat dönemi olduğunu biliyoruz. Gariptir ki, bu padişahın kendisi de tarihimizin namlı içkicilerinden biriydi; ayyaşların piri sayılan Yorgancı Ahmet Efendi'nin oğlu Bekri Mustafa da aynı dönemde yaşadı. Bu dönemde anlatılan ve günümüze kadar gelen fıkraların çoğunda ikisinin adının geçmesi yalnızca rastlantı olmasa gerek !..


Söz gelimi, yine ikisinin arasında geçen sandallı fıkra, hem içkinin etkilerini, hem de dönemin havasını yansıtması bakımından oldukça çarpıcı:


IV. Murat koyduğu yasaklara uyulup uyulmadığını bizzat kendisi kontrol etmeye meraklı bir padişah olduğu için, yine bir gün kıyafet değiştirerek bir sandala biner. Amacı sahil şeridinde içki içilip içilmediğini kontrol etmektir. IV. Murat'ı tanımayan sandalcı arada bir cebinden bir şişe çıkartıp yudumlamaya başlayınca, padişah sorar:


- "Nedir o içtiğin ? "


Sandalcı Bekri Mustafa'nın ta kendisidir; kendini kolay ele vermez.


- "Kuvvet şurubu" der. "Ben bundan iki yudum çekince kendimi aslan gibi hissediyorum. Kürek çekmek vız geliyor".


- Padişah tadına bakmak isteyince, Bekri Mustafa,


nasılsa denizin ortasındayız, bizi kim yakalayacak, diye düşünüp şişeyi uzatır.


Padişah iki yudum alır almaz, kükrer :


- "Bre zındık ! Bu şarap. Şarap içmeyi yasakladığımı bilmiyor musun ?


Bekri Mustafa şaşırır :


- "Sen kimsin ki, içkiyi yasaklıyorsun ?" der.

- "Ben IV. Murat'ım !.." yanıtını alınca, Bekri Mustafa küreği kaptığı gibi ayağa fırlar.
- "Şimdi atarım seni denize, daha iki yudum aldın, kendini IV. Murat sanmaya başladın. İki yudum daha alsan, Dünyayı ben yarattım diyeceksin".

İstanbul... Türkiye'nin kültür, sanat ve eğlence başkenti...


Ve eğlence hayatı denilince de ilk akla gelen elbette meyhaneler olmakta. Şimdi sizlerle İstanbul'da meyhanelerin tarihine kısa bir yolculuğa çıkacağız...


Öncelikle "meyhane" sözcüğünün Farsça'dan geldiğini ve "şarap içilen yer" anlamına geldiğini belirterek başlayalım söze.


İstanbul'da meyhanelerin tarihi Bizans'a kadar dayanmakta. Bizans döneminde şehrin çeşitli semtlerinde meyhaneler bulunmaktaymış. Şarap içilen bu meyhaneler Osmanlı döneminde giderek çoğalmış. Osmanlı padişahlarının çeşitli dönemlerde koydukları "içki yasakları"na rağmen, "inadına" yaşayan mekânlar olmuş, meyhaneler.


Osmanlı döneminde, Kanuni Sultan Süleyman, I.Ahmet, IV.Murad ve III.Selim tarafından içki yasağı konulmuşsa da meyhanelerin azalması bir türlü mümkün olmamış. Reşat Ekrem Koçu içki yasağını şöyle anlatır:


"Memleketimizde devir devir konulmuş, şiddetle takip edilmiş, göz yumulup unutulmuş, sonra tekrar konulmuş ve son zamanlara kadar devam etmiş yasaklardan biri alkollü içkiler yasağıdır. Hattâ Cumhuriyet devrinde bile, 1946 ve 1950 bir dereceli mebus seçimi günlerinde yirmi dört saat için içki yasağı konulmuştur.”


İçki yasağı bahsini IV.Murad döneminde geçen bir fıkra ile noktalayalım. Reşat Ekrem Koçu'dan aktarıyoruz:


"İçki yasağının en amansız devri, IV.Murad zamanı olmuştu. Ne kadar garip bir tesadüftür ki ayyaşların piri Bekri Mustafa da o devirde yaşamıştır.


(...) Mustafa Üsküdar iskelesinde kayıkçılık yaparken, bir gün Sultan Murad ile Sadrazam Bayram Paşa tebdil gelirler ve mahsus koca ayyaşın kayığına binerler, sahilden bir hayli açılınca, kayıkçı rakı destisini dikip birkaç yudum içer.


Sultan Murad:


- Baba destiyi uzat, bir yudum su da ben içeyim! der.


Mustafa, güler:


- Sen içemezsin oğul, içindeki su değil, rakı! der...


Padişah:


- Niye içemeyelim? deyince


-Tahammül edemezsiniz, belli olur, hem kendinizi hem beni yakarsınız!.,


der. Beriki ısrar edince destiyi uzatır...


Yol aladursunlar, desti elden ele dolaşır...


Bir ara Sultan Murad:


- Baba, sen Padişah yasağından korkmaz mısın?., diye sorar...


Bekri Mustafa:


-Korkarım, amma Padişah beni burada nerden görecek? der.


Padişah:

- Ya ben haber verirsem? deyince
- Veremezsin, sen de içtin, kellelerimiz beraber düşer! cevabını verir.

Bunun üzerine çakır keyf olan hükümdar:

- Ya ben Padişah, bu adam da Sadrazam Bayram Paşa ise!.,

deyince, Bekri Mustafa kürekleri bırakıp kahkahayı atar:

- Seni köftehor... Ben demedim mi tahammül edemezsin diye!. Şunun şurasında iki yudum rakı içtiniz, biriniz Padişah, biriniz vezir olmağa kalktınız!, der!"

Osmanlı'da meyhane denilince Galata gelirmiş akla... Eski Galata meyhanelerini Orhan Türker'in Galatadan Karaköy'e isimli kitabının "Galata Meyhaneleri" bölümden birlikte okuyalım:


"Reşat Ekrem Koçu, Galata meyhaneleri için şunları yazmıştır:


Yakın zamana kadar halkın çoğunluğu Rumlarla Frenklerin teşkil ettiği Galata, İstanbul'un fethinden bu yana yüzyıllar boyunca meyhanelerin çokluğu, büyüklüğü hepsi Rum milletinden meyhanecilerinin de işret erbabının keyfine uygun hizmetleri pek iyi bilmeleri ile meşhurdu!' (...)


I.N.Karavia'nın 1933 yılında İstanbul'da Rumca olarak basılan "Allote Ke Tora" isimli kitabında Galata meyhanelerinden şu şekilde söz edilmektedir: "Eski Galata'da çok sayıda meyhane vardı. Meyhanelerin egemenliği tabiatıyla akşam saatlerinde başlardı. Meyhaneler o zamanın kanunlarına göre alaturka saatle 1.30'a kadar açık kalabilirlerdi. Bu saat aşılırsa ağır cezalar vardı. Ancak meyhanecinin açgözlülüğü ya da müşterilerin bir türlü gitmek istememelerinden dolayı kanuni süre çok zaman aşılırdı. Bu meyhanelerde çok miktarda duziko (rakı) ve mastika (sakız rakısı) tüketilirdi. Kapanma saatine yakın meyhaneci son mezeleri getirip hesapları toplardı. Bu son meze genellikle pastırma veya sahanda kaşar peyniri olurdu. Son mezenin servisi müşteriye kibarca gitme vaktinin geldiğini hatırlatırdı."


1830'ların İstanbul'unda Yedikule, Samatya, Kocamustafapaşa, Langa, Kumkapı, Fener, Balat, Galata, Ortaköy Arnavutköy, Tarabya, Büyükdere, Çengelköy, Üsküdar ve Kadıköy meyhaneleriyle ünlü olan semtlermiş...


Bu dönemde meyhanelerde genellikle şarap içilirmiş... Rakının yavaş yavaş şarabı gerilerde bıraktığı yıllar 1850'li yıllar olmuş. Meyhaneler şarap içilen yerler olmaktan çıkarak, çoğunlukla rakı içilen mekânlara dönüşmüş.



İstiklal Meyhanesi


O yılların meyhanelerini bir İstanbul aşığı olan yazar Sermet Muhtar Alus şöyle anlatmakta, "Eski Meyhane Alemleri" başlıklı yazısında:


"Yenikapı'daki Sandıkburnu ile Langa'daki Maksud'un meyhanesini unutmak kabil midir? Sandıkburnu o vakitler, devrin kibarlarının rakı içtikleri yegâne yeridir. Yazın, mehtaplı gecelerde, yüz elli metre kadar denize doğru uzanan salaş gazinolar hıncahınç dolar, oturacak yer bulunamazdı. Bunların içinde Artin'in gazinosu, mezelerin nefaseti itibariyle en mükemmellerinden ve en çok müşterisi olanlardandı. Hele damadı Aris'in yaptığı fasulye pilakisi ile ciğer tavasının emsali yok. Seyyar mezecilerden Onnik de buranın maruf simalarındandır! "


1920'lerdeyiz... işgal altındaki İstanbul'da araştırma yapan Amerikan Bilim Heyeti'nin yazdıklarına göre İstanbul'daki birahaneler ve meyhaneler uluslar itibariyle gruplara ayrılmış.


On sekiz ulustan insanın işlettiği toplam 257 lokanta, 31 kafe, 471 birahane arasında örneğin, İngilizlerin bir lokantası; Rumların 171 lokantası, 26 kafesi, 444 birahanesi; Çekoslovakların 2 lokantası; Almanların 2 lokantası; Ermenilerin 13 lokantası, 1 kafesi, 15 birahanesi bulunurken Türklerin ise 35 lokantası ve 4 birahanesi mevcutmuş.


Geldik Cumhuriyet dönemine...

Bu dönemde Galata'daki meyhaneler yavaş yavaş kapanmış, Beyoğlu'nda ise yeni meyhaneler açılmaya başlanmış. Asmalımescitte, Çiçek Pasajı ve Krepen Pasajı içinde 1930'lardan itibaren açılan bu meyhaneler 1960'lı yıllara kadar popülerliğini yitirmemiş.

Haldun Taner'in "dünyanın en civcivli meyhanesi" olarak nitelendirdiği Çiçek Pasajı, 1978 yılında çökene kadar popülerdi. Banker Hristaki Zografos Efendi tarafından 1876 yılında "Cite de Pera" adıyla yaptırılan ve sonradan "Çiçek Pasajı" ismini alan bina; 18 lüks daireden ve Paris modasına uygun bir tarzda döşenmiş 24 dükkandan oluşmaktaydı.


Haldun Taner şöyle anlatmıştı pasajı.

"Çiçek Pasajı, sade Beyoğlu'nun değil, belki dünyanın da en civcivli meyhanesi idi. Her Tanrı'nın günü bu pasaj sabahın yedisinden gecenin yarısına kadar her çeşit insanla dolar taşardı. Yirmi kadar meyhanenin içi, fıçıların masa olarak kullanıldığı kaldırımları, pasajın ortasındaki boşluk, Balıkpazarı ve Beyoğlu kapılarına sıralanmış seyyar karidesçi, kokoreççi ve midyeciler günün hiçbir saatinde müşterisiz kalmazlardı. Müşterilerin hepsi birbirinden renkli, canlı ve çelişkendi, iflah bulmaz esrarkeşle snob aydın, sırıtık turistle karamsar sanatçı, ipini koparmış aylakla çiçeği burnunda asistan, dejenere mirasyedi ile ağır işçi, burada dirsek dirseğe kafa cilalarlardı"

Çiçek Pasajı denilince, Degüstasyon'u anmadan geçmek mümkün değil elbette. Edebiyat tarihimizde özel bir yeri olan Degüstasyon eski bir İtalyan lokantasıydı. 1940'lı yıllarda edebiyatçıların, sanatçıların uğrak yeri olan Degüstasyon'u, "Canan ki Degüstasyon'a gelmez, Fakirhaneye hiç gelmez" mısrasını oturduğu masada yazıveren Orhan Veli'yi ardımızda bırakıp devam edelim.


Şimdi var olmayan ama yine İstanbul meyhaneleri tarihinde özel bir yeri olan Krepen Pasajı'na gelince; pasaj 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında inşa edildi. Kunduracıların topluca bulundukları bir pasaj iken meyhaneleri ile ünlendi. Sonra bu güzel pasaj yıkılarak yerine sıra sıra sahafların bulunduğu Aslıhan Çarşısı yapıldı.


Geldik, günümüzün Beyoğlu meyhaneleri denilince ilk akla gelen sokağına, Nevizade'ye...


1980'lere kadar üç beş meyhanenin bulunduğu bu sokak, Krepen Pasajı'nın yıkılmasından sonra oradaki meyhanelerin de taşınması ile giderek meyhaneler sokağı oldu.


Sokaktaki meyhaneler arasında Krepen'deki İmroz meyhanesi 1941 yılında Krepen Pasajı'nda Tanaş ile Ispiro Usta'nın kurduğu İmroz'un bugünkü sahipleri Krepen'deki İmroz garsonlarından Yorgi Okumuş, Mustafa Yıldırım ve İrfan Kara.


Eski Rum meyhanelerinin meze ve servis geleneğini devam ettiren İmroz'un yanı sıra Boncuk, Neyle Meyle, Asırlı, Çağlar, Keyif, Çardak, Demgâh sokağın popüler meyhanelerindendir. Sokağın bitiminde bulunan Mini Meyhaneyi, sokağın en küçük ancak en sevimli meyhanesini de unutmadan geçmeyelim...


1980'lere kadar üç beş meyhanenin bulunduğu bu sokak, Krepen Pasajı'nın yıkılmasından sonra oradaki meyhanelerin de taşınması ile giderek meyhaneler sokağı oldu.


Balıkpazarı'ndan ayrılmadan sokağın sonunda yer alan ve tarihi Cumhuriyet kadar eski olan Cumhuriyet Meyhanesi'ne de bir uğrayalım. Her zaman olduğu gibi, dolu...


Tünel'e doğru uzanalım artık... Arada Kallavi'ye ve Garibaldi sokağındaki Garibaldi'ye bir selam verdikten sonra Asmalımescit Sokağı'ndayız... Sokağın başında Fikret Adil'in ünlü kitabından ismini alan Intermezzo karşılıyor bizi. Eskiden meyhanelerin bol olduğu bir sokak olan Asmalımescit'de iki meyhane var ki, akşamcıların, rakıyı sevenlerin uğrak yeri. İlki Refik Restoran, Refik Arslan tarafından 1954 te açılmış. 1938'de İstanbul'a gelen Refik Arslan hâlâ müşterilerine hizmet etmekte...


Refik'i arkamızda bırakıp Asmalımescit'in ikinci ünlü meyhanesi, Yakup 2'ye doğru ilerliyoruz. Yakup 2'nin sahibi Yakup Arslan, Refik Restoran'ın sahibi Refik Arslan'ın yeğeni. Yakup'u Rize'den Asmalımescit'e getiren de amcası Refik, 1975'de İstanbul'a gelip amcasının meyhanesinde çalışan Yakup, sonra Yakup 1'i ve ardından 1982'de Yakup 2'yi açıyor. Yakup 1 artık yok... Yakup 2, kimilerine göre entelektüel meyhanesi, kimilerine göre ise eski İstanbul Rum meyhanelerinin devamı...


Beyoğlu'ndaki meyhane turunu hızla bitirdikten sonra Meyhane denilince akla gelen bir başka semte, Kumkapı'ya geldik.


Bizans, Osmanlı ve yakın zamana kadar yoğunlukla Ermeni ve Rumların yaşadığı bu semt, uzun zamandır meyhaneleri, balıkları ve eğlenceleriyle ünlü bir semtimiz. O eski meyhaneler ve meyhaneciler artık yoksa da, gelenek devam etmekte. Kumkapı şimdilerde boydan boya meyhane...


İstanbul'un yaşayan en eski ve tanınmış meyhanelerinden birisi Kör Agop'dur. Kumkapı'nın en gözde meyhanelerden biri olan Kör Agop'u 1938 yılında Agop Usta açmış. Meyhane kültürüne terbiyeli balık çorbasını, sıcak fasulyeyi katan Kör Agop'un ölümüyle meyhaneyi önce oğlu Hayko işletmiş. Günümüzde de torunu Daniel tarafından işletilen Kör Agop, Ermeni ve Türk mutfağının en seçme lezzetlerini bir arada sunmaya devam ediyor.


Diğer meyhaneleri, daha doğrusu diğer balık lokantalarından bazılarını da, unutmadan sıralayalım: Neyzen Balık Restaurant, Kumkapı Balık Lokantası, Denizkızı Restaurant, Fener Balık Restaurant...


Evet, ne yazık ki yazı bitmekte ancak biz daha ne İstanbul meyhanelerinin belli başlıcalarından, ne meyhane âdetlerinden, ne mezelerinden, ne de eğlencelerinden, sazlı sözlü fasıllardan söz edemedik. Bunlar da başka bir yazının konusu olsun...


Bir kusur ettiysek affola !


Deniz Gürsoy


Kaynak: Çilingir Sofrasında Rakı [Oğlak Yayınları]


http://yilmaz.twoday.net/stories/5273156/ 

6 Ocak 2011 Perşembe

Ayvalık




Ayvalık
Gün indi rakı ile balık
Dirsek teması hizada
Ilıman mis gibi bir girit havası eser adada
Balık önümde rakı yanı başında
Daldım gittim yine çok uzaklara
Yelken açtım,dümen kırdım
Sudan tazecik sevdalara
İnce bir yürek türküsü
Bir kaf dağı masalı
Bir sevda bir aşk
Tarlamda salınan o sarı başak
Ağlarını çeken balıkçı
Gökyüzünden kopup
Suya düşmüş olgun bir yıldız
Denizde ahenkle dans eden yakamoz
Sordum herkes aşık
Herkes deli
Herkes divane
Bende isyan ettim bu havalara
Hem aşk hem rakı hemde balık
Mahveder...! !
Fena dokunur adama.

Mehmet Akkın

5 Ocak 2011 Çarşamba

Hayatta hiç birsey yolunda gitmiyor diyenlere...

Hayatta hiç birsey yolunda gitmiyor diyenlere...Çin Bambu agacının yetismesi, olumlu ısrar icin guzel bir örnektir.

Çinliler bu agacı söyle yetistirir: Önce agacın tohumu ekilir,sulanır ve gübrelenir. Birinci yıl tohumda herhangi bir degisiklik olmaz. Tohum yeniden sulanıp gübrelenir. Bambu agacı ikinci yılda da topragın dısına filiz vermez. Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan islem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir. Fakat inatcı tohum bu yılda da filiz vermez. Cinliler büyük bir sabırla besinci yilda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.

Ve nihayet besinci yılın sonlarına dogru bambu yeşermeye baslar ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklasik 27 metre boyuna ulasır.
Akla gelen ilk soru şudur :
Çin bambu agacı 27 metre boyuna altı hafta da mı Yoksa bes yılda mı ulasmıstır?
Bu sorunun cevabi tabii ki bes yıldır.

Büyük bir sabırla ve israrla tohum bes yıl süresince sulanıp  gübrelenmeseydi agacın büyümesinden hatta var olmasindan söz edebilir miydik?... Bir basarının şartları her zaman çok basittir.

Bir süre için alışın,
Bir süre tahammül edin.
Her zaman inanın
Ve hicbir zaman geri dönmeyin.