31 Ekim 2010 Pazar

asla sevmediğim birine seni seviyorum demedim


Asla sevmediğim birine seni seviyorum demedim ,
ya da asla birini severken karşıl......ığını beklemedim...
Dostluğuma değer biçmedim , sevgime ise hiçbir zaman sınır çizmedim...
Sevdiysem sonuna kadar gittim,bitirdiysem öldürse de hasreti geriye dönmedim...
Bazen çok kırıldım , bazen belki de kırdım...
Ama hata insana mahsustur dedim..
Affettim , af diledim..
Kimileri birden fazla kırdılar kalbimi ama ben onları yinede affettim..
Onlar belki beni saflıkla yargıladılar.
Belki de içten içe sinsice güldüler...
Ama asıl unuttukları şuydu... Ben aldanmadım...
Aldanan her zaman kendileri oldular ama bunu anlayamadılar...
Bir insan kaybının ne olduğu bilemedikleri için...
Kaybetmek onlar için bir alışkanlık haline geldiği için..
Oysa ben hiç insan kaybetmedim...
Sadece zamanı geldiğinde vazgeçmeyi bildim o kadar..
CAN YÜCEL

30 Ekim 2010 Cumartesi

PENCERNİZDEN HİÇ ÇİÇELER EKSİK OLMASIN










Giritten, Çanakkaleye Giritli Mustafa vardı.


1600 yıllarının sonlarında 1700′lerde Girit adasına ulaşan Osmanlılar, bu adayı ele geçirmek için harekete geçerler.Bunu da başarırlar.Girit Adası eski dönemlerde önemli bir uygarlıktır. Mısır uygarlığı ile bile yarışan, saraylara dayanan yönetim biçimiyle özgün ve güçlü medeniyetler arasında sayılır.Osmanlılar adayı ele geçirdiklerinde önemli iki olay olur. Birincisi adanın yerli halkının bir kısmı müslümanlığı kabul eder, ancak Türkçe bilmezler ve kendilerine has bir dil oluştururlar.Diğer gelişme Osmanlının önemli bir stratejisidir. Kendi topraklarından bu topraklara insanlar taşımak. Daha çok Konya dolaylarından mevlevi alayları adı altında kurulan bir yapılanma bunda önemli rol oynayacaktır.Konya dolaylarından gelenler adaya yerleşir ve adada ki müslamanlığı kabul eden yerli halkla kaynaşırlar. İşte ülkemizde giritliler denilen halk bu şekilde oluşur.İyide bu hikaye nedir, senin bununla ne ilişkin var denilebilir. İnceledikçe ne kadar önemli bir hikaye diye bu diye hep kendime soruyorum.Bir hikaye ki, Anadolu’nun ne kadar devingen topraklar olduğunu anlayabilme şansını elde edebiliyorsunuz.Hüzünlü ve acımasız. Mağrur ve mağdur.Adımdan sonraki Yağcı soyadı bile buna bağlı.Çünkü tam bir zeytin ülkesi olan Girit adasındaki atalarımın zeytinliği ve zeytinyağı üreten düzenekleri olduğu hep anlatılırYukarıda bahsettiğim insanlardan birileri de baba tarafımdan benim soyağacımı oluşturuyor. Giritte yukarıda bahsettiğim iki koldan hangisinden olduğumu bilmiyorum.Yerli olup müslümanlığımı seçenler mi, yoksa Konya civarlarından gidenlerin diğer halkla kaynaşması ile oluşanlardan mı?Ama daha sonra tekrar döneceğim gibi Konya kökenli annem tarafı ile girit kökenli babam tarafının neden bir noktada Anadolu da birleştiği bana hep garip gelir?Konyadan Girite giden mevlevi kökenliler Anadoluya Giritli olarak geri döndüklerinde sanki bir içgüdüyle yine Konyalıları mı buldu? Biraz gülünç ama herhalde tesadüf…Girit Türkleri üç dalga şeklinde Anadoluya geri dönmüşlerdir. Benim ailemin Giritten göçü sanırım 2. dalgada 1890-1908 arası dönemdir.Bu dönem benim ailem önce önce Rodos Adası,Kuşadası, sonra İzmir ve çevresine yerleşmiştir.En son geldikleri yer ise İzmir, Kemalpaşa ilçesi, Armutlu beldesi.Babamın annesinin erkek kardeşi ise Ayvalık tarafına oradan da Amerika’ya göçetmiş. Çocukken hatırlıyorum büyük dayımız ve çocukları tatil için Türkiye’ye geldiklerinde köyümüze, gelmişlerdi. İlk kez başka bir dil kullanan kişileri herhalde orada görmüştüm. Amerika da milyarder olmuşlardı.Rahmetli babamla konuştuğumumda, kendisinin Balkan savaşı esnasında doğduğunu söylerdi. 1914 gibi. Bana da ismini veren dedem Giritli Mustafa ve kız kardeşi Fatmanın kocası İbrahim usta, bu belde de kunduracılıkla uğraşmaya başlamışlar. Çünkü savruldukları yurtlarından yeni yerlere hiçbir şeysiz gelmişler. Toprakları ve zeytinlikleri yokmuş. Dedemler çok güzel körüklü çizme yaparmış. Annemin anlattığına göre ben o dedeme benziyormuşum. Ama o iri yapılıymış, herzaman, beyaz, kolları hafif kıvrılmış temiz gömleği ile gezermiş. Yakışıklı, güzel bir adam…Babam altı aylıkken, Osmanlının çökmesi ile yurtlarından edilen ailemde yeni hayatlarında yeniden hüzün dolu günler başlar.Giritten kovulan, Giritli Mustafa şimdi askere alınmıştır. Hemde Çanakkale harbine. Bir daha dönmez birçokları gibi, babam öksüzdür artık. İngiliz emperyalistleri kuduz köpek gibi saldırdığında kaybetmişler onu, sadece haberi gelmiş bedeni değil…İşte bu topraklar, Anadolu böyle bir yer, Giritten, yurdundan edil, yeni geldiğin yurdunda Çanakkale’de şehit ol, hemde binlerce kilometre ötelerden gelen Anzak askerlerinin kurşunuyla..Hep dedemi özlemişimdir, bende çocukken anlatılanlardan oluşmuş bir silueti gözlerimin hep önündedir nedense onu tanır gibiyim. En son Genel Kurmay Başkanlığının Çanakkale şehitleri için bir bilgi listesi hazırladığı ve yayınladığını duyduğumda içime sevinç ve hüzün doldu. Dedemle ilgili somut bir bilgi… Benim için dünyalara değerdi.Dosyayı hızla indirdim, İzmir’i, Kemalpaşay’ı ve Armutlu beldesini bir çırpıda sıraladım. İşte liste önümdeydi. Ancak ne göreyim küçücük el kadar beldeden 13 can şehit olmuş. armutlu_canakkale_sehit.doc (buradan görebilrisiniz) O zamanki nüfus yoğunluğunu ve kayıtların çok azının bize ulaştığını düşünürseniz, 13 rakamının ne demek olduğunu daha iyi anlarsınız. Ama işin asıl acı yanı 13 kişiden 4 nün adı Mustafaydı. Hangisi dedemdi? Çünkü o yıllarda soyadı henüz yoktu, baba adı ile esas ad birlikte yazılırdı. Dört Mustafalar, üçü de dedem olsun ne farkeder dedim, sicim gibi gözyaşlarımla…Bu topraklarda, acı ile çiğnenmiş bu topraklarda, böyle bir insanın torunu olarak yaşamak ne güzel. Ama nasıl tahammül edebilirsiniz ki, bugün bu toprakların üstünde halkı birbirine kırdırmak adına sözde miliyetçilikle geçinenlerin, ülkeyi ve hayatımızı satılığa çıkaranların, Giritten Çanakkaleye uzanan bu hikayadeki, inceliği, fedakarlığı ve büyüklüğü anlayamayan dar kafalıkla etrafa saçtıkları kin, nefret ve fütursuzluğa…Dedem ve sadece Armutlu beldesinden 13 insan, onlar büyük insanlarmış ve yoklukta bile herşeylerini vermişler. Ya biz, sahte bir düzende, herşeyimizi tekrar kaybediyoruz. Onurumuzu, insanlığımızı, kardeşliğimizi ve onların yattığı toprakları.. Yuh olsun…
 ALINTI:
 
GİRİT VE GİRİTLİLER ÜZERİNE DEĞERLİ ARAŞTIRMACI ALİ EKREM ERKAL BEYEFENDİYİ KAYBETTİK
Girit ve Giritli Türklerin sosyal
yaşantıları, özellikleri ve inançları konularında araştırmalar,
incelemeler yapan ve verdiği değerli eserleriyle bizlerin bilgi ve
istifadesine sunan, Ali Ekrem Erkal Beyefendiyi, 22/23 Ekim 2010 gecesi
HÂK’a uğurladık.
Acımız büyüktür. Verdiği bilgilerden ve eserlerden dolayı manevî şahsına
şükranlarımızı sunarken, ailesine sabır ve başsağlığı diliyoruz.
Mekânı Cennet olsun.

14 Ekim 2010 Perşembe

MEVLANA'DAN

MEVLANA'DAN

Duyduğum, dokunduğum, gördüğüm, tattığım, kokladığım için var bu dünya.
Farkında olduğum için. Kendim yazdım, kendim oynadım en başından beri.
O yüzden ki bir dünya yarattım, roller verdim sahnedekilere.
Sevdim; sevgilim, paylaştım; dostum dedim.
...En derinimde hissettim; annem, kızdım da kıyamadım; babam dedim.
Geçer dediklerimi geçirdim. Biter dediklerimi bitirdim. Nefret ettiklerimi sildim, geçtim.
Gün oldu; silkindim, yeter dedim.
Geride bıraktıklarım hesap sormaya kalkmasın o yüzden bana.
Farkında olduğum için var oldunuz, vazgeçtiğim için bugün yoksunuz.
Bu nasıl bir cüret ki; bir başka hayata müdahil olma,
Umarsızca sorgulama, pervasızca yargılama hakkını bulur insan kendinde.
Haddinizi aşmayın ey faniler.
Ben yok olmayı kabullenirken,
Kar taneleri mütemadiyen ayak izlerimi kapatmaktayken,
Güneş bile her gün batarken, sizdeki ne arsızlıktır;
Silinmeyi dahi kabul edemiyorsunuz bir başka faninin zihninden.
Mezarlıklar, kendini vazgeçilmez sananlarla doluyken,
Yerin üstündeki bu şatafat da neyin nesi oluyor acep?
Uğraştırmayın da dağılın hadi.
Dağılın ve gidin, ama bilin. Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verilecek cevabım da vardır lakin lafa bakarım laf mı adama bakarım adam mı diye…

[ Mevlana ]

Su kadar aziz olun...

GÜNÜN SÖZÜ

'İnsanların hayatlarındaki en büyük pişmanlıklar, fırsat olduğunda yapmadıkları şeylerdir.'
Helen Rowlands

7 Ekim 2010 Perşembe

GÜNÜN SÖZÜ



ALINTI:

GİRİT’İN ÇAPKIN DENİZCİSİ


Denizci oğlum ile çok sevdiği Salih amcasına...
 
Giritli Ana dedemin ilk karısıydı. İnce uzun bir kadındı. Her zaman siyah elbise giyerdi. Siyah olan başörtüsü de hep başındaydı. Saçları kınalıydı. Pek marifetliydi. Her bir türlü otu tanır ve yemeğini yapardı. Kuzu etli şevketi bostan, arapsaçı ve acı ot kavurmasını O’ndan yiyecektiniz.
Salih amcam da Giritli Ana’nın tek çocuğuydu. Ama ne amca! Bitmez tükenmez anılarıyla, maceralarıyla yaşamımı süslerdi.

Kekeme olmasına karşın gürül gürül şarkı söylerdi. Güzelden anlardı. İlk karısı ölünce, “acele etmemiş, kırkının çıkmasını beklemiş”; sonra sarı saçlı, yeşil gözlü, Yalıkavaklı Ayşe yengemle evlenmişti. Giritli Ana herşeyi yedeklerdi. Salih amcam da sevgililerini yedekliyordu galiba. “Yok be, sen öyle dediklerine bakma. Ben korkarım karanlıktan, yalnız yatamam da ondan.” derdi. Eh öyledir...

Ama ben biliyordum, esas sevgilisi denizdi Salih amcamın. Yelkenlisi ve deniz ile bir bütündüler. Beraberce açılırdık denize. İstanköy’e doğru içli içli ve bağıra bağıra aşk şarkıları söylerdi. Sevgilileri olduğu söylenirdi her bir adada. Ekmeğini denizden çıkarırdı. “Alaman Harbi” nde adalardan kahve ve şeker de getirmiş. “Maksat, halk kahvesini içsin, ağzı tatlansın. Eh ucundan da ekmek parası Salih’e...” Giritli Ana, Rumca ve İtalyanca öğretmiş oğulcuğuna. O da iki diliyle bu “ticaret” işine bulaşmış yoksulluktan. Adalar İtalyanlar’ın elinde. Her bir şey var adalarda. Bodrum’da yer demir gök bakır o zamanlar. Hiçbir şey yok ki kahve, şeker olsun. Ama Salih amcam imdada yetişmiş hemen. Adalardaki tanışlarla görüşmüş ve “halkın ihtiyacını ikmâle başlamış.” Yelkenlisiyle adalardan “hizmet getirmiş Bodrum halkına. Kahvesiz
şekersiz komamış halkı.”

En çok Karaada’nın arkasındaki Kaçakçı Koyu’nu severdi. Az hayrını görmemiş o koyun. Ama işlerin aksi gittiği de olmuş tabii. “Kazancını çekemeyen kahpenin çocukları ihbar etmişler. Sen onca mili yelkenle aş gel, kolcular çıksın karşına!” Çaresiz batırmış mallarla birlikte teknesini. Ama anasının yaptığı yün yatağını teknesinin başaltında bırakmamış. “Anasını kurtarır gibi kurtarmış valla...” Kolcuların da Salih amcamı kurtarmaktan başka çareleri kalmamış tabii.

“Deniz ticaretini” böylece sonlayan Salih amcam, Giritliler’in yoğun olduğu İzmir Eşrefpaşa’da almış soluğu. Birikimiyle bahçeli küçük bir ev edinmiş. Deniz yollarına da atmış kapağı. Güzelim koca Akdeniz’den, adalardan sonra sıkışmıştır Körfez’e. Canı sıkkın, lâkin çaresi yoktur; katlanacaktır. Hem sonunda emeklilik var. Öyle de olmuş.

Oğlumla ziyaretine giderdik ara sıra. Eski günleri yâd ederdik. Aklı Bodrum’da, Gökova’ydı hâlâ. “Ah, bir de adalar, adalar!” Şimdikiler denizci miydi? “Düz denizde herkes kaptan. Patlasın hava da görelim bakalım kimmiş kaptan?” der ve devam ederdi: “Ne o öyle, kıçına motoru takan kaptan. Pırpır gidiyorlar. Kaptan bizdik; yelkenle, rüzgârla, volta atarak... Tekneyle denizin öpüştüğünü, yelkenin onları alkışladığını duyacaksın. Tabiatla iç içe olacaksın. Motor gürültüsünden denizin sesini duydukları yok. Tekne naylon, kaptanı naylon. Denizi de berbat ediyorlar. Hah, denizcilermiş!” Oysa benim de kıçtan takma motorlu teknem vardı. “ Yahu, sen Barka’sın. Denizcinin hasısın. Alınma.” Hatta benim teknemin burnuna halattan usturmaça örecekmiş; ama eski kuvveti kudreti yokmuş. Yaş ta olmuş doksan küsur. Eskiden Eşrefpaşa’dan çıkınca, İkiçeşmelik, Basmane, Kordon, Konak, Varyant’tan evine dimdik gelirmiş. Yorgunluk nedir bilmezmiş. Şimdi öyle mi ya? Artık aynı yolu yürüdüğünde yoruluyor, yanında baston olsun istiyormuş.

Birgün Salih amcamın öldüğü haberi geldi. Çocukları, amcam rahat etsin diye, evini satmışlar; Yeşilyurt tarafında bir apartman dairesi almışlar. “Hiç birşeyi yoktu. Taşındıktan sonra evden çıkmaz, konuşmaz oldu...” diyorlardı.

Girit’in çapkın denizcisi, Eşrefpaşa’daki Giritli dostlarıyla akşamüstleri kapı önlerinde yaptığı muhabbetlerinden koparılınca, yeri değiştirildiğinde küsüp solan çiçekler gibi, yaşamdan vazgeçmişti demek...


Ertuğrul Barka

18.07.2010

ALINTI:

http://www.izmirizmir.net/bilesenler/koseyazilari/yazi.php?yazi_no=1508

KANDİYA’DAN KARMAT’A



Giritli dedemin babasının da bıyıkları böyleydi. Bir de Hamza Rüstem’inkiler. Kemeraltı’ndaki fotoğrafçı dükkânının vitrinine koyduğu fotoğrafından gördümdü. Gerçekten de koçboynuzu gibiydiler. Gür ve uçları özenle yukarı doğru burulu. Saçı da, kaşı da bıyıkları gibi bembeyazdı. Ortadan az fazlaydı boyu.
Erkenden açardı dükkânını. İçeriyi, sonra da kapısının önünü süpürürdü. Ama önce süpürgeyi hafif ıslatır, su serperdi. Bir vitrinciği vardı dükkânının. Camında “KUNDURACI ALİ KANDİYALILAR” yazıyordu. Önlüğü ve fanilasındaki lekeler zaten mesleğini eleveriyorlardı. Demek Girit Kandiya’dandı.

En kısa sürede çıraklığını kaptım tabii. Ama bir türlü ondan önce gelip de ben süpüremedim dükkânı. “Olsun, ziyanı yok” derdi. Ben de haftalık almazdım zaten. Babam “Kandiyalı başına gelecekleri bilmiyor olmalı, seni dükkânına sokmuş” diyordu. Kıskançlığından tabii. Onun dükkânına gitmiyorum ya. Hem, inanın gerçekten uslu duruyordum. Mecburdum. Öyle şeyler anlatıyordu ki Kandiyalı. Soluksuz dinliyordum. Meselâ bıyıkları neden öyleymiş? Parmağıyla kaşını, gözünün etrafını çizer ve burnunun üzerinden bıyığının ucuna doğru gezdirirdi. “Gördün mü, bak, Ali yazıyor yüzümde.” Demek, Arapça Ali yazabilmek için yüzüne, bıyık bırakıyormuş. “Bak, böyle de yazınca, Allah diye okunur.” Nasıl dindardı anlamıyordum. Hiçbir vakitte, dükkânı bana bırakıp ta namaza gittiği olmadı. Babam, “Adam tekin davranıyor. Seni anlamış.” diyordu. Gücüme gitti doğrusu. Sordum Kandiyalı’ya. “Bizim namazımız kılınmış oğlum, ondan gitmiyorum.” dedi.



Alçak masanın etrafında hasır örgülü sandalyelerde otururduk. Tımışkı yapardım ben. Liflere balmumunu yukarı aşağı sürerdim. O da iğneye geçirir, bizle deldiği derileri dikerdi. Akşamüstleri şarabını yudumlardı tezgâhın altından. Ali’yi anlatırdı; zülfükârını, Düldül’ünü. Ali yiğit adammış. Esasında Halifelik O’nun hakkıymış ama Muaviye hakemleri satın almış. Kandiyalı ne bilgili adamdı. Hasan ile Hüseyin, Kerbelâ… Duvarda resmi de vardı bu olayın. Kartonun üstünde ve siyah beyazdı. Bu öykü ve resim çok üzerdi beni.

Bu kadar bilgili ustam, şarabın haram olduğunu bilmiyor muydu? Sordum. “S..tirsinler oradan ham sofular! Çeşmelerden bedava aksa, onlardan bize sıra gelmez” dedi. “Alın terim bu benim. Çalmıyorum çırpmıyorum. Kendi emeğim, kendi param. Yetim hakkı yemek onlarda, faizcilik, tefecilik O haramzâdelerde. Onların içtikleri su haram be!” Babama anlattım. “Senin Kandiyalı bektaşi anlaşılan; desene bulmuşsunuz birbirinizi.” dedi.

Kandiyalı ustam, dedim ya bilgili adamdı. Yalnız Girit’i, Kandiya’yı değil, Arabistan’ı da biliyordu, Aşat oğlu Hamdan Karmat’ı da. Ali gibiymiş bu adam da. Ali’nin hakkı için isyan etmiş. Çölün yoksulundan, göçerinden, Habeşli zenclerinden, kölesinden yanaymış. Herkes eşit. Kimse kimseden varsıl değil. Herkes çalışacak. Muaviye öyle değilmiş. O zenginden, ticaret erbabından yanaymış. Şam’daymış Muaviye; ipek yolu üzerinde…

Bazen bu muhabbetlerimize mahallenin çöpçüsü de katılırdı. Su verirdim O’na. Soluklanırken, hem Kandiyalı’yı dinlerdi hem çalısını değiştirirdi süpürgesinin. Kepengin demirine takardı teli, gerdire gerdire çalıyı sıkardı iyice. Süpürgenin çok dayanması için, hep aynı yönüyle süpürülmemesi gerekirmiş. Bütün öğrettiği bu kadar. Kandiyalı ustam öyle miydi ya? Çöpçüye de öğretiyordu. Ne demekse, “…cünüp olunca tüm bedeni değil, sadece suçluyu yıkamak yetermiş.”
Sonunda bir gün Kandiyalı ustamdan önce gelebilmiştim dükkâna. Ben süpürebilecektim ortalığı. Ustamı bekledim. Gelsin açsın kepengimizi. Ama o gelmedi. Hiç gelmedi ama.

Sevgi dolu kalbinin çağrısına uymuş, cemevinden yürümüş gitmiş sonsuzluğa.

Kandiyalı ustam, hem öksüz hem de eksik bilgiyle bırakmıştı beni bu dünyada. Ama gönül dolusu sevgisi miras kalmıştı bana.


Ertuğrul Barka
Haziran 2010


ALINTI:

http://www.izmirizmir.net/bilesenler/koseyazilari/yazi.php?yazi_no=1493

Rasimâçiler’e…


Rasimâçiler’e…
Eşref Paşa 643 sokaktaki Giritli Kamer Hanım’ın evine kiracıydık. Ben çok uslu bir çocuktum. Ama Kamer Hanım neden bana hep “veled-i zina” derdi, onu bilemiyorum? Bu herhalde kötü bir sözdü. Bana kızan sadece Giritli Kamer Hanım olsaydı neyse. Bir de annemden azar işitirdim üstüne.
Oysa ben en az iki gündür o kara eşarplı, kara entarili Kamer Hanım’ın bahçesine girmemişimdir. Hem de koskoca iki gün o erikler dallarından gözümün içine baktıkları halde! Daha ne olsundu? Suçun hepsi bende miydi yani? “O’nun eriklerinin hiç mi suçları yoktu?”

Beni en iyi, badanacı Rasimâçi anlıyordu. Rasimâçi, Girit’ten dostuymuş bizimkilerin. Ben O’nun çırağıydım artık. İkiçeşmelik’teki Halilâki’den alırdık çivit boyaları. Doğru babamın terzi dükkânına giderdik. İş hanının merdivenlerini, geçitlerini, dükkânların içlerini badanalardı Rasimâçi. Tabiî ki, en büyük yardımcısı bendim. Babam ne dualar ederdi Rasimâçi’ye: “Hay Allah senden razı olsun” diye. “Kamer Hanım rahat, anası rahat, ben rahat.”

Oysa en rahat olan bendim. O namussuz eriklerin tahriklerinden uzakta, Rasimaçi’nin yakınındaydım. Kireci söndürüyor, çivit veya toz boya katıyor, badanamızı yapıyorduk. Neler konuşmuyorduk ki bu sırada? Çok mutluyduk birlikte. Bir tek Girit’ten ayrılış öyküsünü anlattığında hüzünlenirdik. Daha doğrusu O hüzünlenirdi de, benim de hüzünlenmiş gibi yapmam gerekirdi. Bazen O ağlardı. İşte ben bu ağlamayı bir türlü beceremezdim.

Yaşantımız böylesi güzel geçip giderken, Rasimâçi beklenmedik bir günde benden uzaklaştı. Gitti ve bir daha etrafımda görünmedi. O güzelim Girit hikâyelerini dinleyemez oldum.

Bu uzaklaşmada benim suçum yoktu. Bütün suç o elektrik kablosundaydı. İş hanının bazı dükkânlarının elektrikleri henüz bağlanmadığı için, kablolarla elektrik çekmişler dükkânlara. Ben çok geçmeden bu kablolardan kaçak yapan birini keşfetmiştim. Oynuyordum bu kabloyla. Elimi çabucak deydirip, çekiyordum. Ama bir gün kablo elime yapıştı. Hain kablo çok fena canımı yaktı ve titretti beni. Hem de zangır zangır! Hiç bırakılır mıydı bu onun yanına? Bende Girit damarı yok muydu? Aldım babamın en büyük terzi makasını ve kestim kabloyu. Rasimâçi badana yapıyordu. Yerler ıslaktı. Çırağı ve Girit’ten dostunun torunu ben, arkasında çırpınıyordum. Rasimâçi durur mu? Tutup beni kurtarmaya çalıştı. Usta ve çırak birlikte çırpınıyorduk artık. Allahtan asfalyalar attı da kurtulduk. Kendimde değildim. Rasimâçi de kendisinden vazgeçmiş, benimle ilgileniyordu. Anlaşılan, babamdan çekiniyordu. Beni sakinleştirmek ve kendime getirmek için, çay ocağına götürdüğünü anımsıyorum. Önce bir çay bardağı ılık su içirdi. Sonra küçük, saydam ve teneke kapaklı bir gazoz şişesini elime tutuşturdu. Daha önceleri yaptığım gibi, şişeyi ha babam çalkaladım. Rasimâçi bu sırada açacağı arıyordu. Açacağı bulan Rasimâçi’ye şişeyi verdim. Zavallı ustam, gazozu açtığı anda öyle bir patlama ve fışkırma oldu ki, şişe elinden fırladı gitti. “Sen büyüdüğünde eşkıya olacaksın!” diye haykırıyordu. Babama, “Evet, eşkıya olacaksın dedim ama okumuş bir eşkıya olacak bu. Hem okumuş hem eşkiya? Nasıl olur bu, onu da bilemiyorum işte?” diye dert anlatıyor, yakınıyordu.

O zamandan sonra bir daha etrafımda görünmedi Rasimâçi; işime de son verdi. Oysa ben Rasimâçi’yi ne kadar çok severdim? O’ndan öğrenmiştim Girit’i, kireç söndürmeyi, boya karmayı, fırça sallamayı. Onun için de büyüdüğümde duvarlara yazdığım “KAHROLSUN EMPERYALİZM-TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE” yazıları silinmezdi uzun süre.

Rasimâçi, Girit’in mahsun mübadili! Seni sevgi ve saygıyla anıyorum; Girit’i anlattığın, bir ülkenin ne demek olduğunu öğrettiğin için. Elbette güzel kireç boyayla duvarlara en güzel yazıları yazmamı sağladığın için de. Işıklar içinde yat.


Ertuğrul Barka

01.06.2010 

 
ALINTI:


http://www.izmirizmir.net/bilesenler/koseyazilari/yazi.php?yazi_no=1448

6 Ekim 2010 Çarşamba

TAHİR İLE ZÜHRE

TAHİR İLE ZÜHRE

Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da,
Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte,
Yani yürekte..



Meselâ bir barikatta dövüşerek,
Meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken,
Meselâ denerken damarlarında bir serumu,
Ölmek ayıp olur mu?



Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da,
Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.



Seversin dünyayı doludizgin,
Ama o bunun farkında değildir.
Ayrılmak istemezsin dünyadan
Ama o senden ayrılacak.
Yani sen elmayı seviyorsun diye
Elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık,
Yahut hiç sevmeseydi,
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?



Tahir olmak da ayıp değil, Zühre olmak da,
Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil...

Nazım Hikmet Ran

5 Ekim 2010 Salı

Resmo'dan Cunda'ya kırık bir aşk öyküsü...



Resmo'dan Cunda'ya kırık bir aşk öyküsü...




Hüseyin Efendi ile Hamide Hanım'ın birbirlerine sevdalanması tam da mübadele günlerine denk düştü Hüseyin Efendi ile Hamide Hanım'ın birbirlerine sevdalanması tam da mübadele günlerine denk düştü. Ailesi Hamide Hanım'ı yoksul damada vermek istemedi. Onlar da Türkiye'ye dönen kalabalığa karıştılar.


Kimileri analarının kucağında, kimileri karnında geldiler. Kimilerinin baharı yaşayan sevdaları mübadeleye denk düştü; onlar da aşklarını taşıdılar Cunda'ya. Girit'in Resmolular'ı, Hanyalılar'ı, Kandiyalılar'ı aslında beraberlerinde Girit'i de getirdiler. Cunda Girit oldu sanki. Uzaklara bakılıp iç çekildi; en acıklı Türkçe ve Rumca şarkılar Ege'de birbiriyle kucaklaştı...
Ne zaman yolum Cunda'ya düşse içimi tuhaf bir hüzün sarar. Daracık sokaklarda gezinirken kapı önünde oturan yaşlı teyzeleri anneannem, amcaları da dedem yerine koyar, onlara dokunmadan sarılırım. Taşkahve'de çayımı yudumlarken dedem Hüseyin Efendi'nin o acıklı öyküsüne dalar, komşu tarafa sevgiyle bakarım... Sonbaharın sessiz serinliğinde Cunda bir başka güzel olur. Taşkahvenin önünde sandalyeler masalar kalkmasa da herkes içerilere taşınır. Yazlıkçılar döner, o güzelim taş evler, dar sokaklar gerçek sakinlerine kalır... 



Yaz başında Yunan adalarını birlikte gezdiğim arkadaşım Müfide Pekin, anne tarafından Girit'in Resmo'sundandı. Benim de "kirtikoz" ve anne tarafından Resmolu olduğumu öğrenince önüme birçok fotoğraf koydu. Resmo'da gezdiği Türk mahallelerini anlattı ve mutlaka dede diyarını görmemi önerdi. Gelecek yaz mutlaka gideceğimi ancak öncelikle dedemin sevdalısıyla birlikte Türkiye'de ilk ayak bastığı ve uzun yıllar yaşadığı Cunda'yı bu kez onun gözüyle gezeceğimi söyledim... İşte o güz öğleden sonrası Cunda'daydım ve dedemin öyküsünü de beraberimde getirmiştim. Dedemle, anneannemle, dayılarım ve teyzelerimle sanki bir buluşmaya, özlem gidermeye gelmiştim...
Ayvalık'ta Orfanoz'un kahvesinin önünde çayını yudumlayan mı yoksa Cunda'nın Taşkahve'sindeki mi dedemdi? Cunda'nın dar sokaklarında evlerinin önünde oturan yaşlı kadınların hangisi anneannem hangisi teyzemdi?
Aslında hiçbiri yoktular. Hepsinden geriye bir tek Hüseyin Efendi'nin en küçük kızı annem kalmıştı...Resmo'nun dar gelirli bir Türk ailesinin yakışıklı oğlu Hüseyin Efendi, yörenin zengin ailesinin kızı Hamide Hanım'a tutulduğunda çaresizdi. İki gencin sevdaları mübadele zamanının tam ortasına denk düştü. Belki de iyi oldu. Zengin aile, kızlarını Hüseyin Efendi'ye vermek istemiyordu. İki genç bir gece buluştular ve Türkiye'ye dönen kalabalığa karıştılar. Uzun ve çileli gemi yolculuğu Ayvalık'ta noktalandı. Sonra Cunda..Dedem o günleri "Sanki Resmo'nun bir mahallesinden başka bir mahallesine gelmiş gibi olduk. Sanki oraları Cunda'ya taşımışlardı" diye anlatırken beyaz buruşuk mendiliyle de sürekli gözyaşlarını silerdi. Ben de o küçücük yüreğimle dedemle birlikte ağlar ama neden ağladığımı bilmezdim... Hüseyin Efendi sevdalısıyla Cunda'da evlenir. Beş çocukları olur. Mutludurlar. Devlet göçmenlere zeytinlik, ev ve biraz da arazi verir. Ancak Cunda'nın ekonomisi onları uzun yıllar besleyecek durumda değildir. Hüseyin Efendi İzmir'e açılmaya başlar. İzmir'de kaldığı otelin kat görevlisi bir kadına aşık olur. Cunda'yı, sevdalısını terk edip İzmir'e yeni aşkına gider. Dört çocuğu da babalarıyla birlikte İzmir'e taşınırken büyük oğul annelerinin yanında kalır. Hamide hanım bu "vurgunu" kolay atlatamaz. Kısa bir evlilik denemesi de bir işe yaramaz; genç yaşında çeker gider dünyamızdan... Parke taş döşeli o dar sokaklar, Müfide'nin verdiği fotoğraflardaki Resmo sokaklarına ne kadar da benziyor. Kapı önlerinde yaşlı kadınlar. Biri bamya ayıklıyor. Diğeri yan komşusuyla sohbette. "İdekanis" diyorum yaşlı kadına. O da Rumca bir şeyler söylemeye başlıyor. Hiçbir şey anlamıyorum. Bildiğim çok az Rumca kelimeden biri "nasılsın"... Ayşe Teyze, gözlerimin rengime bakıp benim de "kirtikoz" olduğumu söylüyor. Hüseyin Efendi'yi, karısı Hamide'yi, Cunda'dan ayrılmayan oğlu Kokucu Mustafa'yı tanıyor. "Mustafa da yakında öldü" diyor. Bizim aileden bir tek annemin kaldığını söylüyorum.
Aslında ölenler yalnızca insanlar değil, tarih de ölüyor Cunda'da. Manastırlar yerle bir olmuş. Kiliselerin çoğu yok, biri enkaz halinde biri zorlukla ayakta duruyor. Ayşe Teyze Rumlardan kalan her şeyi korumak için ellerinden geleni yaptıklarını ancak bazı açıkgözlerin Cunda'yı mahvetmeye çalıştıklarını söylüyor. 1873'te yapılan Taksiyarhis kilisesinin durumu içler acısı; talan edilmiş, harabeye döndürülmüş. Oysa Taksiyarhis ve Aya Nikola kiliselerinin restore ve çevre düzenlemesi Kültür Bakanlığı'nın 1994 yılı programında var. Aradan beş yıl geçmiş, değişen bir şey olmamış. Kıyıdaki Taşkahve Rumlardan ayakta kalabilen neredeyse tek bina. Dışarıda balıkçılar ağlarını onarıyor. Bir ihtiyar tek başına oturuyor. Sanki Hüseyin Efendi. Bir tarafta yaşlılar diğer tarafta gençler kâğıt oynuyor. Renkli camların Taşkahve'nin içinde yarattığı ışık cümbüşü insanı büyülüyor... tepesinden Cunda'ya bakmak ne güzel. Hüseyin Efendi Hamide Hanım'la kimbilir kaç kez bu tepeye geldi. El ele tutuştuğu sevgilisine söylediği sevda sözleri karşıdaki köhne yapıların kimbilir nerelerinde gizli... Analarının kucağında ya da karnında gelenler şimdilerde torun sahibi. Girit'ten Cunda'ya taşınan yaşamlar hiç değişmemiş. Girit mutfağı tüm canlılığını koruyor. Kabak çiçeği dolması, deniz börülcesi, bol zeytinyağlı karışık salatalar Girit mutfağının en önemlileri. Cunda'ya gidilip papalina yenmeden olur mu? Papalina sardalyanın yavrusu, çilingir sofralarının baş konuğu.
Kıyıda günbatımı saatleri şölene dönüşüyor. Dedem Hüseyin Efendi'yle birlikte kıyıda yürüyorum. Bazen onun yerine geçiyorum. Aramızdaki tek fark onun el ele tutuştuğu sevdalısı var, benim yok. Sevdalısını düşünüyorum. Hamide Hanım'dan geriye kalan tek kare vesikalık fotoğraf. Ben anneannemi hiç görmedim. Dedemin ikinci karısını anneannem sandım. Dedem ikinci eşi öldükten sonra bizim evde yaşamaya başladı. O yıllarda iki komşu ülke arasında dirlik düzenlik yoktu. Sinirler hep gergindi. Dedemin söylediği Rumca şarkılara kimseler yüz vermiyor, akraba gibi olmuş iki toplumun eninde sonunda dostluğu bulacağı sözleri havada kalıyordu. Ben dedeme inanıyordum. Yıllar sonra biz haklı çıktık. İki ülkede yaşanan kötü günlerde birbirimize nasıl canla başla destek verdiğimizi dedem görmeliydi. Ege'de iki komşunun sırt sırta verme zamanı gelmişti... Cunda dönüşünde doğruca annemin yanına gittim. O güz öğleden sonrası yaşadıklarımı tüm ayrıntılarıyla anneme anlattım. Gözyaşlarına ortak oldum... Eğer bir gün yolunuz Cunda'ya düşerse ve Taşkahve'de şöyle bir çay molası verirseniz, aşkları mübadeleye denk düşenlerin kırık öykülerine de zamanınızın küçücük bir bölümünü ayırın.
ÜMİT OTAN 
http://www.lozanmubadilleri.org.tr/m...uler/cunda.htm




ALINTI: 

GİRİT_santoruni_foto







GİRİT_santoruni

ALINTI: 

Kardelen





Hani kardelen güneşe aşık olur da karlar altından kafasını çıkarır ya   bir kardelen kadar cesaretiniz yoksa aşık olmayın...